Kişisel Blog Yazıları #58: Ruh halim uygun olursa...

Kişisel blog yazıları serisi ile kendimi, yaşadıklarımı ve hayatı anlatmaya çalışıyorum. Merhaba ben Cem. Bloğuma hoş geldin.

Bugün cuma günüydü. Bir an önce iş bitsin de tatil başlasın diye anlayamadığım bir sabırsızlık vardı içimde.

Evet, iş çoktan bitti ve şu an saat 23.18 geçiyor. Yarın, erkenden kalkmak zorunda olmadığını bilmek, yarın işin olmadığını bilmek bir huzur veriyor bana. Siz de böyle hissediyor musunuz?

Hafta sonu, eğer fırsat bulursam ve ruh halim de uygun olursa Mükemmel Günler adındaki filmi izlemek istiyorum. Çok övülen filmlerden biri bu da.

Ayrıca şu an okumakta olduğum Beşinci Kuşak kitabını da bu hafta sonu bitirmeyi planlıyorum. Sonra gelsin yeni kitap. Evet, önemli olan çok kitap okumak değil ama biz millet olarak sayılara takığız. İster istemez sayı hesabına kayıyor insan.

Size planlarımı anlattım ama. Belki de bunların hiç birini yapmayacağım/yapamayacağım. Sadece yatarak geçireceğim tatili. Depresyon modu yükleniyor. Bazen sadece yatmak ister insan.

YouTube’da denk geldim. Enver Aysever’in konuğu Reyhan Karaca’ydı. 90’ların efsane olan şarkısı Sevdik Sevdalandık üzerine konuştular. Ben de açtım şarkıyı dinledim. Biraz nostalji yaptım.  

Kardeşim marketten kabak çekirdiği almış. Adını sanını ilk defa duydum markanın. Ama bi baktım. Taptaze ve güzel. Akşamları televizyon izlerken çitlemeye iyi gider. Bu akşam unuttum ya onu. Ne güzel çitlerdik. Neyse yarın akşama artık.

Kişisel blog yazıları serisinden bu akşamlık da bu kadar. Yarın akşam, kendi saatinde kendi gününde, pardon aklım birden Kurtlar Vadisi’ne gitti.

Yarın akşam burdayım yani anlayacağınız. Görüşürüz.

*Önceki yazı: Kişisel Blog Yazıları #57: Bugün de böyleydi…

Kişisel Blog Yazıları #57: Bugün de böyleydi...

Kişisel Blog Yazıları serime hoş geldin. Ben Cem. Bir günü daha seninle paylaşmaya geldim. Zor bir halde uyandım yine. Bıraksalar birkaç saat daha mışıl mışıl uyurdum. İş dediğimiz bu olayı kim çıkardı ya. Neyse ki bugün iş o kadar da yoğun değildi. Darısı yarının, yani cuma gününün başına.

Kanal D’de, Mandıra Filozofu filmi vardı. Onu izledik. “210 günün kaldı Cavit Bey” repliği hala kafamda dönüp duruyor. İnsan işe kendini kaptırıp, hayatı kaçırmamalı. Kefenin cebi yok.

Bir arkadaşım da yazdığı şiiri göndermiş bana. Okudum. Güzel yazmış. “Güzel olmuş” dedim. “Belki ben de bir şiir bloğu açarım” diyor. Açsa sevinirim de açmaz. Sadece muhabbet olsun diye söylüyor işte.

Evrende yalnız mıyız? Bunun üzerine bir YouTube videosu izledim. 25 dakikalık bir video. 5 dakikasını anca izleyebildim. Videonun sonunda da cevabı vereceğinden emin olmadığım için zamanımı boşa harcamak istemedim.

Peki evren bu kadar büyükse herkes nerede? İşte insanlık olarak aradığımız soru bu. Nerede bu millet? Nerede bu uzaylı alemi?

X’te, Murat Dalkılıç’ın çıkış şarkısı Kasaba’ya denk geldim. Klipte Murat Boz da oynuyordu. Murat Boz’u görünce aklıma nedense Soner Sarıkabadayı ile düet yaptıkları İki Medeni İnsan şarkısı geldi. Hemen Youtube’tan açıp dinledim şarkıyı. O şarkının çıktığı yıllar güzel yıllardı.

Evet, yarın cuma ve haftanın sonu günü. Bu moralle girelim yataklara.

Yarın akşam burada olursan kişisel blog yazıları serisinin yeni yazısını okuyabilirsin. Uslu bir çocuk olursan Şirinler’i bir gün görebilirsin gibi oldu bu da.

*Önceki yazı: Kişisel Blog Yazıları #56: Sadece yazmış olmak için…

Kişisel Blog Yazıları #56: Sadece yazmış olmak için...

Aslında hiçbir şey yazmak istemiyorum. Ne işten/güçten, ne izlediğim dizilerden, ne de okuduğum kitaptan. Sadece yazmış olmak için geldim.

Kişisel blog yazıları serisi boş kalmasın diye.

Tamam da şimdi bu sayfayı ben ne yazarak dolduracağım?

Eşref Rüya dizisini izlerken bir sahne vardı. Nisan, kardeşi Afra’nın mezarı başında ağlıyordu.

Mezarlığın yanında tren hattı var, trenler geçiyor. Tren geçtikten sonra ortada koca bir sessizlik oluyor. Sadece Nisan’ın ağlaması. Belki de birkaç kuşun cıvıltıları. İşte bu sessizlik etkiledi beni.

Mezarlıklar bu dünyanın değil, öbür dünyanın toprak parçaları aslında. Mezarlıkların bu sessizliği huzur verir bana. Çünkü orada insanlar yok.

Hepimizin derdi bu şu sıralar. İnsanlardan uzaklaşmak. Yaptığımız işte bile, insanlarla minumum münasebet kurmak. Geçenlerde otobüs şoförü bile öyle diyordu yanındakilere. “Köye yerleşip hayvan bakacağım. İnsanlarla uğraşmaktan iyidir” diye.

Mezarlık ziyaretleri belki bu açıdan bakıldığında da huzur veriyor olabilir insana. İnsan yok, huzur var.

Aslında bu yazdığım şey, dehşet verici bir şey. Ama yaşadığımız çağ için normal bir söylem oldu bu.

Kişisel blog yazıları serisine başladıktan sonra çok mu karamsar yazılar yazar oldum? Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Çünkü güncel konular üzerine yazmak istemiyordum artık. Ya yazmayı tamamen bırakacaktım. Ya da yazacak başka konular bulacaktım.

Aradığım yazı tarzı bu mu bilmiyorum. Sadece yazmaya devam ediyorum bakalım. Yazmak beni nerelere götürecek.

Kişisel blog yazıları serisinin yeni yazısı ile yarın akşam da burada olacağım. Seni de beklerim.

*Önceki yazı: Kişisel Blog Yazıları #55: Yorgun bir günün ardından…

*Sonraki yazı: Kişisel Blog Yazıları #57: Bugün de böyleydi...

Kişisel Blog Yazıları #55: Yorgun bir günün ardından...

Kişisel blog yazıları serisinin bu bölümüne yorgunlukla başlıyorum. Yoğun bir iş günüydü. Bazı müşteriler gerçekten yordu beni.

Bazen işte çalışken sanki zaman geçmiyor. Duruyor. Bazen kronometreyi açıyorum telefondan. Bir bakıyorum 10 dakika geçmiş. Kendimi böylece rahatlatıyorum. Siz ne yapıyorsunuz kendini rahatlatmak için?

Akşam kanal D’de, Kemal Sunal’ın Deli Deli Küpeli filmini izledik. Filmin sonunda başrol kadın oyuncusu diyor ya, “Keşke her deli senin gibi olsa” diye. Gerçekten öyle.

Sonra Show TV’de, Rüya Gibi dizisine geçtik. Aslında bu diziyi sevmedik ama izleyecek başka bir şey de yoktu. Mecburen izledik yani.

Kardeşim, kestane almış. Davulda yaptı. Evet, biz de hala davul var. Ama kestane bitmiş. Yenecek hali kalmamış. Birkaç kestane yemeye çalıştım ama yok.

Beşinci Kuşak kitabından 15-20 sayfa okudum. Bir çocuk, ismi Ali, hayatın tüm gerçekleriyle yüzleşiyor. Şu an okuduğum sayfalarda çok sarsılıyor. Ama kitabın ilerleyen sayfalarında çok güçlü bir Ali çıkacaktır karşımıza diye düşünüyorum.

Annem bugün telefonda kuzeniyle konuşmuş. İstanbul’da yakın zamanda büyük deprem olacakmış. Sonra aralık ayının sonuna doğru çok kar yağacakmış. Bunları nereden duyduysa anneme de söylemiş. “İnanmayın anne böyle şeylere. Millet atıp tutuyor” dedim. Elbette İstanbul’da deprem olabilir. Ama bugün, yarın olacak diye, kim tarih verebilir.

Yusuf Güney’i izledim bugün. Çok sevdiği ve kötü bir şekilde hayatını kaybeden bir arkadaşıyla ölümünden sonra astral seyahatte konuşmuş. Belki size saçma gelebilir ama bu adamın söyledikleri ilgimi çekiyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

Bir kız arkadaşımla konuşuyorduk. Konu evliliğe geldi. “Benden geçti o işler” dedi. “Daha yaşın kaç dur” dedim. Yaşı 35’miş. “O zaman benden hepten geçti. Ben 38 yaşındayım” dedim. “Seni bilmem de. Ben daha rahatımı bozamam” dedi.

Salı gününü de böylece bitirdik. Yarın akşam yani çarşamba akşamı, kişisel blog yazıları serisinin yeni yazısıyla burada olacağım. Sen de burada olacak mısın?

*Önceki yazı: Kişisel Blog Yazıları #54: Sıradan bir gün, iç ısıtan düşünceler…

*Sonraki yazı: Kişisel Blog Yazıları #56: Sadece yazmış olmak için...

 

Kişisel Blog Yazıları #54: Sıradan bir gün, iç ısıtan düşünceler...

Kişisel Blog Yazıları #54 ile hayattan bahsetmeye geldim yine. Bugün pazartesi. Haftanın ilk günüydü. O kadar da yoğun geçmedi. Haftaya rahat bir başlangıç yaptık diyebilirim. Kanal D’de, Uzak Şehir dizisinin yeni bölümü başlayıncaya kadar Show TV’de, Eyvah Eyvah’ı izledik. Yıllarca izlenecek bir film yaptı Ata Demirer. Eski Türk filmleri gibi. Tekrar tekrar izleniyor. Uzak Şehir’in yeni bölümü başlayınca kanal D’ye geçtik. Biraz bizimkilerle beraber onu da izledim. Sonra bu kadar yeter deyip kitap okumaya geçtim. Beşinci Kuşak kitabını okumaya devam. Şu ana kadar kitaptan memnunum. Umarım böyle devam eder. Evet, adım adım 2026’ya doğru gidiyoruz. Ufak da olsa içimde bir heyecan var gibi. Peki siz de var mı yeni yıl heyecanı? Yılbaşı akşamı şöyle güzel bir kar yağsa. Herkesin gönlünden geçtiği gibi bir akşam olsa. 2026 yılı, hevesimizin ve umudumuzun arttığı bir yıl olsa. Karda yürümek ayrı bir güzel olur. Sokakta kimsecikler yoktur. Gecenin bir saatidir. Aslında çok da geç bir saat değildir. Ama herkes evindedir. Bu sahneyi hayal edebiliyor musunuz? Bu sahne içinde kendimi hayal ettiğimde huzur buluyorum. Tam şiir yazmalık, hikaye yazmalık bir sahne. Bu akşam biraz romantik takıldık sanki. Artık yazı bizi nereye götürürse. İç karartıcı şeyler yazmaktan ben de sıkıldım. Biraz olsun kişisel blog yazıları serisinde böyle iç ısıtan cümlelerde kendilerine yer bulsun.

*Önceki yazı: Kişisel Blog Yazıları #53: Azalan umutlar ve varoluşsal farkındalık…

*Sonraki yazı: Kişisel Blog Yazıları #55: Yorgun bir günün ardından...

Kişisel Blog Yazıları #53: Azalan umutlar ve varoluşsal farkındalık...

Kişisel Blog Yazıları #53 ile haftayı kapatıyoruz. Bugün pazardı. Bugün tatildim. Arkadaşım Yaşar’la buluşma planımız vardı. Hava biraz soğuktu. O da biraz rahatsızlanmış. Sonuç olarak buluşma planı yattı. Öğleden sonra biraz daha uyudum. Akşam haberlerini izledim Now’da. İzlediğim her haber ile ülkemin geleceğine dair umudum biraz daha azaldı. Sonra Atv’de, Kim Milyoner Olmak İster’i izledik. Saati 23.24 yaptık. Böylece bir pazar gününün daha sonuna geldik. Yarın yine iş var. Modumun nasıl olduğunu varın siz düşünün. Beşinci Kuşak kitabını okumaya devam ettim. 1915 yılında çekilen yoksulluğu okudum da. Şükür bugünümüze. Bu ülke, buralara neler çekerek gelmiş. Kişisel blog yazıları serisine başladığımdan beri sanki okunma oranlarında düşüş oldu. Bu seriyi sevenler olduğu gibi belki de çoğu kişi de beğenmedi. Onun için de okumayı bıraktı. Olabilir. Belki de bu seriyi bırakırım. Belki de blogların genelinde okunma oranlarında düşüş de olabilir. Günlük hayat, koşturma, iş hayatı ve sosyal medya bazı şeylerin farkına varmamıza engel oluyor. Aslında doğmamız, dünyaya gelmemiz, yaşamamız ve sonunda da ölecek olmamız. Bunlar sıradan, basit şeyler değil. Nasıl bir mucizenin ortasında olduğumuzun farkında değiliz. Beynin sınırlarını zorlayan şeyler bunlar. Siz hiç bunun farkına vardınız mı? Bir an olsun böyle düşündünüz mü? Bu akşam da varoluşsal farkındalıkla ilgili bir şeyler yazdığımıza göre yazının sonuna geldik demektir. Kişisel Blog Yazıları #54 ile yarın görüşmek üzere.

*Önceki yazı: Kişisel Blog Yazıları #52: Cumartesi çalışması, kitap notları ve Wow uzay sinyali…

*Sonraki yazı: Kişisel Blog Yazıları #54: Sıradan bir gün, iç ısıtan düşünceler...

Kişisel Blog Yazıları #52: Cumartesi çalışması, kitap notları ve Wow uzay sinyali...

Kişisel Blog Yazıları #52 ile bir günün notlarıyla daha karşınızdayım. Bugün cumartesi ama çalıştım. Çünkü hafta içi tatil yapmıştım. Neyse ki o kadar da yoğun değildi. Bir hafta sonu çalışmasını da böylece atlatmış olduk. Kanal D’de, Güller ve Günahlar dizisini izledik. Dizideki Berrak karakteri tam bir şeytan. Bu sefer bitti, elinde bir şey kalmadı diyorsun, daha da güçlenerek çıkıyor karşına. Yok böyle bir şey. Beşinci Kuşak kitabına devam ediyorum. Tam da istediğim tarzda bir kitap. Şu anda Çanakkale Savaşı zamanlarındayız. Anlatıcımız o zamanlar bir çocukmuş. Ne zor günlermiş be. YouTube’da birkaç video izledim. Uzaydan gelen wow sinyali varmış. Hala nerden geldiği tespit edilememiş mesela. Bunu ilk defa duydum. İşte bu sinyalden yola çıkılarak Contact filmi yapılmış. Eğer izlemediyseniz ve bu uzay konularına meraklıysanız, dakika kaybetmeden bu filmi izleyin derim. Finansal özgürlük üzerine de birkaç video izledim. Kısa zamanda finansal özgür olmak zor. Ama bir yerden de başlamak lazım. Kenara ufak da olsa bir para ayırmadan geçen her gün bize zarar. İş arkadaşlarıyla müşterilerin çok sinirli olmaları üzerine konuştuk bugün. Bu konuşmamızın kişisel blog yazıları serisinde yer almasını isterim. O yüzden bahsetmek istiyorum. Sadece müşteriler sinirli değil, ülke olarak hepimiz sinirliyiz. Çünkü ekonomik şartlar olsun, geleceğin belirsizliği olsun, önümüzü görememek olsun hepimizi sinirli yapıyor dedim. Arkadaşlarım bu görüşüme katıldılar. Çünkü onlar da aynı şeyleri yaşıyorlar, aynı duyguları hissediyorlar. Hepimiz aynı ülkede yaşıyoruz sonuçta. O zaman cumartesi gününü de böyle bitirelim. Yarın, kişisel blog yazıları serisinin #53 ile buluşmak üzere.

*Önceki yazı: Kişisel Blog Yazıları #51: Hayat, rutin ve birkaç düşünce…

*Sonraki yazı: Kişisel Blog Yazıları #53: Azalan umutlar ve varoluşsal farkındalık...