Kayıtlar

Şubat, 2016 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Aslında biz okuyan bir millet miyiz?

Resim
       Okuma kültürümüz üzerine bir yazı okudum. Bir paragraflık bi şeydi. Ama söylediği şey etkiledi beni. Genel olarak yaygın olan okumuyoruz söylemine karşı çıkıyordu. Aksine, "Okuyoruz" diyordu. "İlla okumak demek kitap okumak mı demek? Gazete okumuyor muyuz? Dergi okumuyor muyuz? Sonuçta az ya da çok okuyoruz" diyordu. Hiç bu açıdan bakmamıştım. Hiç okumamaktansa bu da iyidir. Tabi sonuçta hiç bir şey kitabın yerini tutamaz. Bardağın dolu tarafindan bakalım. Ya da pozitif olalım derseniz. Tam da bu aradığımız şey. Kahvelerde gazete okunuyor. Bu da bir şeydir değil mi? Hem de öyle bir iki gazete de değil. 8-10 gazete var. İnsan hangisini okuyacağını şaşırıyor. Gazete falan okuyacağım zaman, her zamanki kahveme giderim. Ufak bi kahve. Üç-dört masa anca vardır. İstediğim gazetelerin köşe yazarlarına göz atarım. Gazete okumak benim için köşe yazılarını okumak demektir. Gazetenin şöyle hızlıca sayfalarını çevirir bakarım. İlgimi çeken haber olursa bakarım. Yoksa dir

Kitap oburu musunuz?

Resim
      Bugün edebiyat sitelerini dolaşırken Elif Şafak ile yapılmış bir röportajı gördüm. Aşk kitabını çok sevmiştim kendisinin. Diğer okuduğum kitaplarında o tadı bulamamışımdır ama. Neyse heyecanla okudum röportajını. Kendisi için, "kitap oburu" dediğini ilk bu röportajında duydum. Çok sempatik, çok ilgi çekici bir ifade olarak geldi bana. Şafak'a göre kitap her yerde okunurmuş. Otobüste, yemek yerken hatta yürürken. Yürürken kitap okuduğunu görenler gülüyormuş kendisine. Ben hayatta yürürken kitap okuyamam. Ya bi direğe toslarım ya da ayağım bir yere takılır, yüzü kapak yere düşerim. İlk okuduğumda, "Yürürken biri nasıl kitap okur ki?" diye sordum kendime. Ama bi yandan da o kadar imrendim ki. Bu nasıl bir okuma aşkıdır. Boşuna Elif Şafak olunmuyor işte. Daha önce bunu defalarca da yazdım gerçi. Ben çabuk sıkılıyorum. O yüzden her gün kitap okuma gibi bir alışkanlığım yok maalesef.     KALİTELİ EDEBİYAT SİTELERİ VAR       Ben edebiyat sitelerinde gezinme

Okuduğum Orhan Pamuk kitaplarını beğendim mi?

Resim
      Ben şu ana kadar Orhan Pamuk'un sadece iki kitabını okudum. Hatta 1,5 kitabını da okudum diyebiliriz. Çünkü ikinci okuduğum kitabı Masumiyet Müzesi'ni yarıda bıraktım. Oysa kapak fotografı beni heyecanlandırmıştı. Kapak fotoğrafında eski model bir araba ve içinde de kızlı erkekli bir grup vardı. "Eskiyi anlatıyorsa otomatikman güzeldir" dedim. Ben nedense eskileri seviyorum. Hani her zaman, "Nerde o eski bayramlar" diyen bi grup var ya. İşte ben o gruptanım. Bu yüzden eskileri anlatan kitapları da çok severim. İşte bu duygularla bi heves okumaya başlamıştım kitabı. Sonuç: tam bir hayal kırıklığıydı benim için. Kitap tam eski Türk filmleri gibi. Ama bir yerden sonra gitmiyor. Bi kaç kere zorladım da. Yine gitmedi. Böylelikle Masumiyet Müzesi de yarıda bıraktığım kitaplar listesindeki yerini almış oldu.       CEVDET BEY VE OĞULLARI                   ÖYLE MİYDİ?       Peki neden hayal kırıklığına uğradım. Çünkü daha önce Cevdet Bey ve Oğulları kita

Yerli klasikleri daha çok sevdim...

Resim
      Klasiklerle aram hiç iyi olmamıştır. Bi aralar Robinson Crusoe'yu okumaya başlamıştım. Sonunu getiremedim. Okuma tarihimde ilk defa bir klasik kitabı bitirdim. O da Suç ve Ceza'ydı. İlk başlarda oda sıktı beni. Ama inat ettim. Bu sefer okuyacağım dedim. Yer yer okumaktan zevk aldım. Zaten oralar da olmasa ne kadar inat etsem de okuyamazdım. Tabi geneli için zevk aldığımı söyleyemeyeceğim. Suç ve Ceza'ya göre okuyupta zevk aldığım, ilk beşe koyduğum çok kitap var.     SİNEKLİ BAKKAL'I ÇOK SEVDİM       Bir de Savaş ve Barış var tabi. Zamanında Sabah gazetesiydi herhalde. Her hafta sonu bi kitap verirdi. İşte o verdikleri kitaplardan bazıları Suç ve Ceza, Savaş ve Barış' tı. Savaş ve Barış da sıktı beni. Yüz sayfa bile okuyamadım. Koydum kenara. Yabancılarla aram böyleydi. Ya bizim klasikler? Bizimkilerle böyle bir sorun yaşamadım. Mesela Sinekli Bakkal. Halide Edip Adıvar'ın unutulmaz eseri. Çok sevdiğim kitaplardan biri oldu.   ÇALIKUŞU: BİR İDEALİN

Günlük okuma ritüelim...

Resim
      Öğleden sonraları benim okuma zamanımdır. Televizyonu kapatırım. Ortamdaki sessizliği sağlarım. Her zamanki koltuktaki yerime geçerim. Telefondan girerim siteye. Her gün takip ettiğim köşe yazarları vardır. Onları okumaya başlarım. Her gün kitap okuyamıyorum ama mutlak köşe yazılarını okurum. Okuma alışkanlığımı kaybetmeyeyim diye.       Günlük okuma serüvenim bununla bitmiyor tabi. Bir de blog dünyasını takip ediyorum. Blogger hesabıma giriyorum. Önce paylaşılan yazılara bakıyorum. Dikkatimi çeken varsa okuyorum. Yoksa favori bloglarıma bakıyorum. Yeni yazı girmişler mi diye. Eğer yeni yazı girmişlerse, mutlu oluyorum. Reklam içeriği girmişselerde de tam tersi üzülüyorum.       Yazılarına imrendiğim blog yazarları var. O kelimeleri nasıl bir araya getiriyorlar. Hayret ediyorum. Hatta birine de sordum. "Nasıl böyle güzel yazabiliyorsun?" dedim. "Okuyarak" dedi. Bu yüzden fırsat buldukça kitap okuyorum. Her zaman kitap okuma fırsatım olmadığı için de k

Yağmur da sevdaya dahildir...

Resim
      Bir ara dışarı baktım. Karşı evin kiremitleri ıslanmış. Yağmur yağıyordu. Köydeki evimizde hemen anlardık yağmurun başladığını. Çünkü üstünde çinko vardı. Yağmur damlaları ses yapardı. Betonarme evlerde öyle değil. Farkında olmuyorsun yağmurun yağdığının. Ancak rüzgar olursa. Damlalar cama çarptıklarında. Yağmuru izlemek ayrı bir güzel. Sanki ruhumdaki kirleri temizliyor yağdıkça.       Yaz yağmuru da ne güzeldir. Dakikalar içinde etrafı toprak kokusu sarar. Ne güzel bir kokudur o. Yaşadığını hissettirir. Bir de yağmurlar sevdiğini hatırlatır insana. Yağmur altında beraber ıslanmayı. Yağmur bu yüzden sevdaya dahildir bence. Bana da hatırlattı. Eski sevgiliyi. Özel olarak ıslanmadık. Otobüs durağına giderken yakalanmıştık. Koşmuştuk elele. İlk defa sevgiliyken ıslanmıştık seninle. Biraz da soğuktu hava. Sarılmıstık ısınmak için.       Yağmur sadece yağmur değildir bu yüzden. Yağmur, sevdadır. Yağmur, hatıradır. Hayatımızda her şey ne kadar da anlam yüklü değil mi? Eski sevgi

Akşamı yaşamak...

Resim
      Ekmek aldım eve dönüyordum. Hava kararmaya başlamıştı. Biraz da soğumuştu hava. İçimden, "Şimdi eve gidince ısınırım" dedim. Yine akşam oluyordu. Ben akşamları severim. Böyle akşam olmaya başladığı anlarda mutlu olurum.  Mahalleye girdim. Oyun parkında çocuklar oynuyordu. Onların sesleri mahalleyi çınlatıyordu adeta. Bu çocuk sesleri ne güzel ya. Onların gülüşü, eğlenişi. İşleri güçleri oyun oynamak. Parkın hemen ilerisinde iki kız arkadaş oturmuş konuşuyorlardı. "Hayat akıyor be" dedim.                 AKŞAMI İZLEMEK        Eve geldim. Üstumdekileri çıkardım, rahatladım. Geçtim pencerenin yanına. Karanlığın yeryüzünü kaplamasını izledim. Bu da en sevdiğim şeylerden biridir. Televizyonda kapalıydı. Ortam sessizdi. Tam kendini dinlemelik bir ortamdı yani. Ben de dinledim kendimi. Bu meditasyon gibi bir şey. Muhakkak deneyin derim. Bana gündüz mü gece mi diye sorsalar. Ben gece derim. Çünkü gece tüm aile evde olur. Hep beraber.           O AKŞAMLAR YOK AR

Blogda ne yazacağımı nasıl keşfettim?

Resim
     Blog yazılarım çocuklarım gibidir :) Hiç birini birbirinden ayıramam. İşin şakası bir yana gerçekten öyle. Yazmaya başladığım ilk günden bugüne beğenmediğim yazılarım vardır. Bir elin parmaklarını da geçerler hani. Ama yine de onlardan vazgeçemem. Çünkü onlar yazın dünyamda, nerden nereye geldiklerimin bir göstergesidir. Zaman zaman bakarım eski yazdıklarıma. Çok beğendiklerim de olur. "Bunu nasıl yazmışım" dediklerim de. Sonuçta iyi ya da kötü hepsi benim ürettiklerim.     BLOGTAKİ ACEMİLİK GÜNLERİM      Geçmiş yazılarıma baktığımda daha neler görüyorum? Blogtaki ilk acemiliklerimi görüyorum. Bunu dedim diye de, kendimi artık usta konumuna falan koyduğumu zannetmeyin. Daha çok öğreneceklerim var blog dünyasıyla ilgili olarak. Siz de geçmiş yazılarıma bakarsanız, binbir çeşit konuda yazılmış olanlarını görürsünüz. İşte onlar benim yolumu bulma çabalarımı gösteriyor. Hangi konuda yazacağım konusu büyük bir muammadır biz blogcular için.       HANGİ KONUDA YAZACAĞIM?

Ben yazar mıyım?

Resim
    Yazarlık benim hayalimdeki meslek. Gün gelip sadece yazarlık yaparak para kazanmak istiyorum. Peki asıl meselemize gelirsek. Ben yazar mıyım? TDK Sözlüğü'ne göre yazar: Bilim, edebiyat, sanat alanlarında kitap yazan veya kitap hazırlayan, bir eseri ortaya koyan ve eserin sahibi olan kimse, kalem erbabı, müellif. Bu tanıma göre ben yazar değilim. Çünkü bugüne kadar hiç kitap yazmadım. Ama bir kitabım olsun çok isterdim. Türk Dil Kurumu'nun başka bir yazar tanımı daha var. Peki ona göre yazar mıyım? Gelin ona da bakalım.           TDK'YA GÖRE YAZAR MIYIM?     Diğer tanıma göre yazar: Özellikle gazete ve dergilerde herhangi bir konuda yazı yazan kimse, kalem erbabı, muharrir. Maalesef bu tanıma göre de yazar değilim. Ve bloglar olmasaydı muhtemelen yine yazar olamayacaktım. Evet, ben bir blog yazarıyım. Bir elin parmaklarını geçmeyen hikayelerim var. Ama bunlar yeterli değil biliyorum. Hikaye ya da roman yazmak belli bir birikim gerektiriyor. Ben daha o aşamada değil

Yazma tutkusu, tutkuların en güzeli...

Resim
     Yazma tutkusu ne kadar da güzel bir duygudur. Bu tutkuya sahip insanlar, yazmak için yaşarlar. Ben ve benim gibi milyonlarcası. Ne şekilde olursa olsun yazmak isterim. Bloğa, günlüğe, Twitter'a, Facebook'a. Her yere. Boş beyaz bir kağıdı ya da ekranı doldurmak gibisi var mı ya. Bazen yazma tutukluğu yaşarım. Hepimizin başına geldiği gibi. Bi ara o duyguyu felaket yaşadım. Ama yazmam da lazımdı. Bizim televizyonu yazdım. Şöyledir, böyledir, tüplüdür falan diye. Tutku böyle bir şey işte.     YAZMASAYDIM ÇILDIRACAKTIM       Büyük hikayecilerimizden Sait Faik, "Yazmasaydım, çıldıracaktım" demiş. O büyük usta kadar olmasa da biz de yazma isteğini aşırı duygularla yaşıyoruz. Bugüne kadar yazdığım hikaye sayısı 10'u geçmez. Hikayecilik ayrı bir yetenek. Ama hikayeci olmak o kadar çok isterdim ki. Ben daha çok günlük tutuyorum. Ayrıca şu an içinde bulunduğunuz bloğumda yazıyorum. İçimdeki yazma isteği bana bu bloğu açtırdı. İyi ki de açmışım. Bu blog kitlelere

Yazmaya nasıl başladım?

Resim
    Büyük yazarların yazmaya nasıl başladım sorusuna verdikleri cevaplar, bizler için her zaman yol gösterici fenerler gibidirler. Ben bu tür yazıları okumayı çok severim. Bu yazıları okurken dedim ki, "Ben niye yazmaya nasıl başladığımı yazmıyorum. Siz de isterseniz yorumlarınızla yazmaya nasıl başladığınızı belirtebilirsiniz. Küçüklükten beri yazarlara ve kitaplara bir ilgim olmuştur. Bu ilgi nereden geliyor, inanın bilmiyorum. Bizim ev öyle kitap okunan bi ev değildi. Buna rağmen bi ilgim oluştu yazmaya.     GÜNLÜK TUTMAKLA BAŞLADIM     Günlük tutmakla başladım yazı hayatıma. Ama biraz geç. Keşke diyorum daha erken başlasaymışım. Hem yazma kabiliyetim gelişirdi hem de o günlerime dair bir anım olurdu. Bakın, "Günlük yazmak mı? Çok klasik" demeyin. Arada bir günlüğünüzün eski sayfalarını karıştırmak büyük zevk verecek size. Bugünle geçmiş zaman arasında yazınız nasıl değişme göstermiş onu görebiliyorsunuz. Bu harika bir durum. Bunu yaşamanız lazım. Aynı zamanda kişi

Okuma ve yazma iştahım arttı...

Resim
      Kaç gündür yazmaya, okumaya doyamıyorum. Her gün yeni bi blog yazısı yazınca böyle oldu. Zihnimdeki kelimeler yetmiyor artık. Daha fazla kelime lazım, daha fazla. Daha fazla değişik hikaye, roman, köşe yazısı okumam lazım. Değişik yazım stilleri görmek ve kendimi geliştirmek için. Bakın siz de deneyin. Her gün düzenli olarak bir şeyler karalamaya başlayınca, canınız okumak isteyecek. Ve daha fazla yazmak. Yazmak bi tutku. Bu tutkuyu her gün yazarak beslerseniz daha da büyüdüğünü göreceksiniz.   BELLİ BİR KONUDA YAZMIYORUM      Benim belli bi temam yok yazarken. Yazacağım şeyi o anki ruh halim belirliyor. Bazen siyaset, bazen bir dizi, bir film bazen de sadece kendime ait bir şeyler yazıyorum. Ve bu durumdan büyük bir huzur duyuyorum. Çünkü kendimi ifade edebiliyorum. Hani içinde tutma, psikolojin bozulur gibi laflar ederler ya. Ben de içimde tutmuyorum işte. Yazıyorum. Bloğuma yazıyorum. Yetmiyor, diğer bloğuma yazıyorum. O da yetmiyor günlüğüme yazıyorum.         DEVAMLI

Bu dünyada yaşamak istemiyorum bazen...

    Bazen hiç konuşmamak istiyorum. İçime kapanmak. "Bu dünya neden böyle?" deyip düşünmek. Saatlerce düşünmek. Biliyorum. Cevabını bulamayacağım bir soru bu. Ama yine de sormak istiyorum kendime. Dünyayı nasıl da cehenneme çeviriyoruz! Bazen dünyadan başka bir yer olsa, inanın ki oraya gitmek istiyorum. Siz hiç içinizden böyle bir şey geçirdiniz mi? Bazen keşke çok eski zamanlarda yaşasaydım diyorum. Dünyadaki kötülüklerden, acı haberlerden her an her dakika haberdar olmak hiç de iyi bir şey değil. Blog linki : yasamdanyazilar.blogspot.com

Okan Bayülgen, seslendirme yapmak için yaratılmış...

     Shrek serisini izleyen herkes, bu yargıya varır diye düşünüyorum. Tabi Okan Bayülgen on parmağında on marifet bir kişilik. Ama bugün ben, seslendirme sanatçısı kimliğine odaklanmak istiyorum. Sadece film seslendirmekle kalmıyor. Ayrıca, reklam seslendiren ünlüler arasında da kendine yer buluyor. Onun seslendirdiği reklam filmlerini izlemek çok keyifli. Özellikle Domestos mikrop reklamları bir harikaydı. Hala denk geldiğimde zevkle izlerim.         SHREK'LE ÖLÜMSÜZLEŞTİ      Shrek'te öyle bir seslendirme yapıyor ki. Adeta ölümsüzleşiyor. Bazen düşünüyorum da. Shrek'i, Okan Bayülgen değilde bir başkası seslendirseydi, yine bu kadar sever miydim? Severdim ama şimdiki kadar olmazdı diye düşünüyorum. Reklam filmleri, animasyon filmleri. Bunların hepsini sesiyle bir yerden alıp, bir yerlere getirdi. Bu nedenle diyorum ki; o, seslendirme sanatçısı olmak için yaratılmış.        BU YAZIYI YAZMAMA SEBEP      Ne zamandır böyle bir yazıyı yazmayı planlıyordum. Ama

Güneşli bir gün hikayesi...

     Bugün hava çok güzeldi. Yazdan kalma bir gündü. Sıcaktan yandım. Şubat ayının ortasında. Küresel Isınma dedikleri bu olsa gerek. Havanın ne zaman, nasıl olacağını kestirmek çok zor. Pencereden güneş odaya girince sevindim. Hasretiz güneşe ne de olsa. Kış günleri hep hava kapalı. Bi noktadan sonra insanın içi de kapanıyor. Sizce de öyle değil mi? Zaten yapılan bilimsel araştırmalar da bu duygumuzu destekler nitelikte. Kapalı günler depresyona sokuyormuş çoğu kişiyi. Demek ki bu aylarda asık suratlı insanlar görmemiz bu yüzden.       GÜNEŞ VAR AMA SICAK MI?      Bu tip günlerde güneşi görürsünüz fakat dışarısı yine de soğuktur. O yüzden dışarı çıkarken ince giyinip giyinmeme konusunda kararsız kaldım. Neyse ki kardeşimin işi vardı. Benden önce dışarıya çıkmıştı. Hemen onu aradım. "Dışarısı nasıl?" dedim. Heyecanlı bir şekilde, "Harika!" dedi. "İnce bir kazakla ya da tişörtün üstüne ince bir hırkayla çık" diye devam etti konuşmasına. Bi tişört gi

Sevgililer Günü kutlanmalı mı?

Resim
     Kimi Sevgililer Günü'nü acımasızca eleştiriyor. Kimi savunuyor. Ben savunanlardanım. En çok getirilen eleştiri: ticari bir gün. Kapitalizmin bir oyunu. Velev ki öyle olsun. Bunun ne zararı var ki. Bırakın sevgililer kutlasınlar günlerini. Hediye alınacaksa hediye de alsınlar. Güzel bir gün olsun. İki insan birbirine sevdiğini söyleyecek. Aldıkları hediyeleri birbirlerine verecekler. Ne güzel. Bu anlattığımı hayal etmek bile güzel değil mi?  foto kaynak: unsplash.com          SEVGİLİSİ YOK DİYE Mİ?       Bazı itirazlar bana hiç inandırıcı gelmiyor. Para tuzağı eleştirisi, duyguları gizleyen bir perde gibi. Asıl o günü sevgilisiz geçirmek üzüntüsü var bu eleştirinin altında. Hepimiz insanız. Hepimiz aynı duygulara sahibiz. Hepimiz sevmek, sevilmek istiyoruz. Bizden, bu görünüşteki eleştirinize inanmamızı beklemeyin. Yaşadığınız burukluğun dışa vurumu o söyledikleriniz. Ama o durumları biz de yaşadık. Biliriz şu anda içinde bulunduğunuz ruh halinizi. O yüzden inandır

Otobüslerdeki televizyon işkencesi...

      Hafta içi Balıkesir'e gittim. Çok sevdiğim otobüs yolculuğu yaptım. Ama şu otobüs televizyonları yok mu? İnsanin sinirini bozuyorlar. En iyi otobüs sirketinde de aynı. En düşük kalitelisinde de. Madem bu televizyon işini yapamayacaksınız. Kaldırın o zaman. Boşuna otobüslerimiz televizyonludur diye de reklam yapmamış olursunuz. Görüntü namına bi şey yok. Hep sinyal yok yazısı karşınızda. Videolar desen. Sesi çıkmıyor. Tam bir işkence yani. Yol kamerası bile doğru dürüst çalışmıyor.              TAM ÇEKİYOR DEDİK        Sözde gelişmiş en kaliteli otobüse bindik. Çarşamba gecesi. Poyraz Karayel var. Hem onu izlerim. Hem de vakit çabuk geçer dedim. Dedim ama. Hevesim kursağımda kaldı. Hemen açtım televizyonu. Hah çekiyor dedim. Kulaklığı bir taktım. Ses gelmiyor. Başka bir kulaklık taktım. Ses yine yok. Televizyon ölmüş, ölmüş. Muavine sordum. "Herhalde hocam" dedi. Umrunda değil. Neyse kulaklığı diğer ekrana taktım. Görüntüyü önümdeki televizyondan izledim. Bu sefe

Dava kardeşliği o zat nasıl oldu?

     En son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim. Bülent Arınç parti kurmaz. Böyle bir beklenti içinde olanlar boşuna beklerler. Evet, Ak Parti'yi eleştirmiştir. Kimilerine göre acımasız da olabilir. Ama bu kadar işte. Bundan ilerisine gitmez. Abdullah Gül de gitmez. Ama eleştirirler. Eleştirmek demek, Ak Parti düşmanı olmak değildir. İşte bunu anlamıyorlar. Ortam o kadar toz duman oldu ki. Kim eleştirse eleştirsin hemen vatan haini ilan ediliyor. Artık şunu bir ayırmamız lazım.                       O ZAT       Şimdi her şey bir kenara. Ben olaya farklı bir açıdan bakmak istiyorum. O zat ifadesi üzerinden. Yıllar önce yola beraber çıkmışsınız. Bir dava uğruna. Yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmemiş. Aynı hayallerle sabahları etmişsiniz. Ve gün geliyor. O can dostunuza, "O zat" diyorsunuz. Bu ne kadar da acı bir ifade. Dostluk açısından. Aynı yola baş koymuş insanların buralara gelmesi ne kötü. Eminim o ifade Arınç'ı çok yaralamıştır. Duygulu da bir insan. Belki gözyaşlar

Star'ın logosunu değiştirince elinize ne geçti?

      Hiç bir şey olmadı. Olan logoya oldu. Yılların logosunu bir anda silip gittiler. Bunu yapan da Doğuş Grubu. Hani şu Ntv'nin sahibi olan Doğuş Grubu. Ntv'deki gibi bir anlayış beklerdim bu konuda. Türkiye'nin ilk özel televizyonu Star'ın logosunun aynı şekilde korunması lazımdı. Tıpkı kanal D gibi. O logo o kanalla özdeşleşmişti. Hiç logo değiştirecekleri aklımın ucuna bile gelmemişti. Ama ilk yaptıkları işlerden biri oldu. Yeniliği logo değiştirip yapacaklarını sandılar ama yanıldılar.     SON DÖNEM İMAJI İYİ DEĞİLDİ         Denilebilir ki son dönemde kanalın imajı yerlerdeydi. Devletin eline geçti. Kan kaybetti. Evet, haklı bir görüş. Ama logo değişimini haklı çıkartacak kadar da haklı değil. Önemli olan zihindeki değişimdir. Logo değiştirmekle hiç bir şey elde edilmez. Tıpkı şimdilerde olduğu gibi. O logo da bir tarih yatıyordu. İyisiyle, kötüsüyle. İşte bu tarih bir çırpıda çöpe atıldı. En çok da tarihe, anılara önem veren bir kurumun bunu yapması can sık

Kopyacı Show tv...

     Şu bizim kanallarımız ne kadar da taklitci, ne kadar da kopyacı. Ama öyle böyle kopya değil. Bire bir, tıpa tıp kopya.      Show tv, kanal D'deki Kısmetse Olur programının aynısını almış koymuş. Sadece ismi farklı. Bir de programın sunucusu.       Programın sunucusunu da görünce şaşırdım. Şebnem Kısaparmak. Onun böyle programlarla işi olmazdı.       Çoğunlukla kanal 7, Samanyolu gibi kanallarda sabah ya da akşam program yapardı. Böyle bir yarışma da olmayı nasıl kabul etti anlamadım.       Bu kanallar niye orjinal program yapmayı denemezler. İnsanın bi suratı kızarır. Diğer kanalın programının aynısını yaptık diye. Ama nerdee.

Atatürk posteri diye kriz mi olur?

     Konuşulan parti CHP ise olur. Kaç günden beri bununla yatılıp, bununla kalkıyor. Fındık kabuğunu doldurmayacak bir tartışma. İşte böyle tartışmaların peşinde sürüklendiği için iktidar olamıyorlar ya.       Alınan sok karar, Aylin Nazlı a ka disiplin kuruluna sevkedilmiş. İşin içinden daha da çıkılmaz bir hal alıyor. "Beni kim diye sıkıştırıp duruyorlar. İlkeli duruşum gereği söylemem" demiş.       Pardon da neyin ilkesi. Anlamıyorum ki. İsmi açıklamayacaksan niye böyle bir şey söyledin ki. Baştan sona tutar bi yanı yok. Partiyi karıştırmaktan yollamışlar disipline. E haklılar. Ne diyeyim.       Bir milletvekili de çıkmış. Anlatılan kişi benim. Ama Atatürk posteri indirme diye bi şey yok demiş. Ya bu ne demek. Sizin mantığınız alıyor mu? İlk olarak bu olayı duyduğunuzda aklınıza ne geliyor. Evet, saçmalık. Blog linki : yasamdanyazilar.blogspot.com     

Cnn Türk tartışma programlarında lider...

    Haber kanallarının tartışma programlarına baktığınızda Cnn Türk öne çıkıyor. Bi zamanlar durum böyle değildi. Ntv daha öndeydi. Gerçi o zamanlar Ntv her şeyiyle öndeydi. İlk haber kanalı olmasının sorumluluğunun bilincinde yeniliklere imza atıyordu. Ama sonra ne olduysa, o performansını kaybetti. Tartışma programlarında liderliği ele Habertürk aldı. Tartışma programları Habertürk'ten sorulur oldu. Didem Arslan Yılmaz ve Ece Üner gibi çok iyi, iki moderatöre de sahipti. Kısa sürede kanal çok yol aldı. Onları yönlendirdiği tartışmaları izlemek gerçekten keyif verici. Eğer onlar da değil de o koltukta sen, ben otursak konuklara tam da o soracağı soruyu sorardık. İşlerini çok iyi yapıyorlar gerçekten.       Sonra Cnn Türk'te adından bahsettirecek tartışma programları yapmaya başladı. Özellikle de Ahmet Hakan'ın sunduğu Tarafsız Bölge'den çok manşet çıkmaya başladı. Ve de Şirin Payzın. O da çok iyi bir moderatör. Konunun içinde, biliyor. Bazen o kadar tartışılan konudan

Sıla, yeni Sezen Aksu mu?

      Tabi ki Sıla farklı, Sezen Aksu farklı. Burada anlatılmak istenen,  tarzları. Yoksa dünyada herkesten bir kişi var. En hazzetmediğim şeylerden biridir hatta, şu şunun veliahtı diye söylenmeler. Ama bu farklı.        İkisi de çok şarkı yazıyorlar. Çoğunlukla duygusal şarkılarla damgalarını vuruyorlar. Ama hareketli şarkılarda da, bir o kadar maharetliler. Herkes onların şarkılarına kendilerini kaptırıp dans ediyor.         İkisi de pek televizyonda, orda burda görünmeyi sevmiyorlar. Şarkılarını yapıyorlar. Ne kadar çok ortak yönleri var değil mi? Ekol olarak, tarz olarak. Ben bu nedenle başlıktaki soruya evet diyorum. Blog linki : yasamdanyazilar.blogspot.com

Kötü Kedi Şerafettin vizyonda...

      Beklenen gün geldi. Sonunda bugün Kötü Kedi Şerafettin vizyona giriyor. Vatana millete hayırlı olsun.       Bu animasyon filminden çok bahsediliyor. Animasyonun kalitesi yerlere göklere sığdırılamıyor. Amerika ile yarışacak tipte olduğu söyleniyor.       Şimdiden dört ülkeye satılmış bile. Tahminler tam 50 ülkeye satılması yönünde. Eğer beklenen gişe olursa ikincisinin senaryosu hazırmış bile.       Bu proje tam 10 yıldır konuşuluyormuş. Çok emek verilmiş. Filmdeki kamyon sahnesi için tam iki ay çalışılmış. Filmde kazıncı yokuşu bile varmış. Cihangiri görecekmişiz filmde yani.       Şerafettin tam 20 yıldır hayatımızda. Dergi sayfalarından beyaz perdeye geçti diye üzülmeyin. Yeni hikayeleriyle dergi sayfalarında yer almaya devam edecek. İyi seyirler. Blog linki : yasamdanyazilar.blogspot.com