Powered By Blogger

30 Haziran 2016 Perşembe

Neden gazete okuruz sizce?

     Bugün size, “Neden gazete okuruz?” diye sormak istiyorum. Herkes doğal olarak farklı nedenler öne sürebilir. Ama ben iki şık üzerinde yoğunlaşmak istiyorum. Birincisi: Sadece haber okumak için. ikincisi: Köşe yazıları için. Artık eskisi kadar gazete almıyorum. Malum artık internet dünyasındayız. Eskiden de günlük olarak gazete almıyordum. Ama bugüne göre daha sık aldığımı belirtebilirim.  Haber okumak için gazete almıyorum. Çünkü hepsi yanlı. Bir gazetenin manşetine bakmanız yeterli. İktidar yanlısı mı değil mi hemen anlarsınız. Benim okumak istediğim böyle bir habercilik değil. Ben tarafsızlık bekliyorum. Sadece gazeteler için söylemiyorum bunu. Televizyonlar için de aynı durum geçerli. Bana olduğu gibi haberi vermeli, içine yorum katmamalı.
neden gazete okuruz?

                                      GAZETEYİ KÖŞE YAZARI İÇİN Mİ ALIYORSUNUZ?
     “Neden gazete okuruz?” sorusuna cevabınız, “Haber okumak” mı sizin? Benim cevabım: Köşe yazısı okumak. Bu durum uzun zamandır böyle. Bu ülkede gazeteyi sattıran köşe yazarları mı sizce? Eskiden olsa bu soruya net bir cevap verilmeye bilinirdi. Artık cevap çok net: “Evet, köşe yazarları sattırıyor”. Çünkü şu an o kadar kutuplaştık ki, o kadar sivrileştik ki birbirimize karşı. Bu nedenle kendi görüşümüzün bir numaralı savunucularını okuyoruz. Onların yazdıklarını okuyarak rahatlıyoruz. Söylemek istediklerimizi onlar söylüyorlar çünkü. Bu söylediğim durumun hemen sağlamasını yapabilirsiniz. Hemen gazete tirajlarına bakın. En çok satanların tepesindekiler, iki karşıt görüşün gazeteleridir.
                                           ÜÇÜNCÜ SAYFA HABERLERİ HER YERDE
     “Neden gazete okuruz?” sorusu için siz ne cevap vermek istersiniz şimdi? Haber okumak mı, yoksa köşe yazısı okumak mı? Hem haber okuyup, hem köşe yazısı okumak gibi bir cevabınız varsa eğer, bunun sizin için harika bir durum olduğunu söyleyebilirim. Çünkü yanlı haberlerin dışında birde üçüncü sayfa haberleri var. Son günlerde öyle olaylar yaşıyoruz ki, artık birinci sayfa haberlerinin çoğu, üçüncü sayfa haberlerinden oluşur oldu. Televizyonda izledikçe yeterince moralim bozuluyor. Birde gazete de okuyarak moralimi bozmak istemiyorum. Hatta haberlerde o bölümler geldiğinde, başka kanallara zaplıyorum. Artık yüreğim kaldırmıyor bu tür haberleri. O yüzden haber okumak için gazete almak defterini çoktan kapattım ben. Sizin görüşlerinizi merakla bekliyorum.

Foto kaynak: Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

Dan Brown Cehennem kitabı yorumum...(BÖLÜM 3)

    Dan Brown Cehennem kitabı incelemesinde üçüncü yazım. Bugün kitabın 103 ile 150’inci sayfalarını değerlendirmeye çalışacağım. ilk sayfalarda Robert Langdon hatıralara dalıyor. Bir konferansa. Konferansın konusu ne dersiniz? Dante ve sembolleri. Daha önce Dante hakkında benim gibi derinden bilgi sahibi olmayanların çok işine yarayacak bilgilerle geçiyor konferans. Dante’yi bir biyografi sitesinden okumak var. Bir de sevdiğin bir karakterden Robert Langdon’dan. Bu tür kitapları biraz da bu yönleri nedeniyle seviyorum. Bilgi verici oluyorlar. Salt heyecan yaşamıyorsun yani. Kendimi sanki konferansta, sanki sıralardan birinde oturmuş onu dinliyormuş gibi hissettim. Direk konferansı yazmış çünkü Dan Brown. İster istemez içinde hissediyorsunuz kendinizi.
dan brown cehennem kitabı

                                                              DELİ DOLU ANLAR
    Dan Brown Cehennem kitabı hakkında okuduğum bir yorumda beklenenin altında kaldığına dair bir görüş vardı. Kitabı bitirdiğimde bu görüşe katılır mıyım bilmiyorum. Ama şu ana kadar istediğim tarzda gittiğini söyleyebilirim. Bir başka hoşuma giden şey ise Robert Langdon ile Sienna’nın abi-kardeş rolünü oynamaları oldu. Bu sahne filmde de olsa, filmde de eminim hoşuma giden sahnelerden biri olacaktı. Bu yapılana anlık çılgınlık mı demek lazım artık bilmiyorum. Kontrol noktasından geçecekler ama Robert Langdon aranıyor. Nasıl geçeceklerdir o zaman? Langdon aklına gelen fikirle. Üniversite öğrenci grubunun arasına karışarak. Öğrencilere Sienna’yı kardeşi olarak tanıtır. Öğrenci grubunun arasında kontrol noktasını aşarlar. Bu işin sonu aşka doğru gidiyor gibi. Siz ne dersiniz?
ÖNERİ YAZI: Okuduğum Şehsuvar Sami değil bendim...
                                                  “BEN NE YAPIYORUM?” SORUSU
     Dan Brown Cehennem kitabı için baya bir araştırma yapmış gibi görünüyor. Okurken insana yazımı basitmiş gibi gelen bir yanı var. Ama durup düşündüğünüzde hiç de öyle kolay değil. Kurgu çok önemli. Dan Brown kurgu konusunda iyi iş çıkarıyor. Tekrar romana dönersek. Robert Langdon bir ara duruyor. “Ben ne yapıyorum?” diye soruyor kendine. Bir anlık bir boşluğa düşüyor. Tutunacak bir dalı kalmıyor. Her şey bir anda elinden kayıyor sanki. Bu kaçışın boşuna olduğunu düşünüyor. İlla ki kendisini yakalayacaklarını düşünüyor. Evet, bu bir roman. Gerçek hayatta bu durumu kendimizde yaşamıyor muyuz? “Bu koşturma ne için, ne yapıyorum ben böyle?” diye sormuyor muyuz? Neyse ki yanında Sienna vardır. Ve ona tekrar amaçlarını hatırlatır, kendine getirir. Ve tekrar yola koyulurlar? Siz kendi Sienna’nızın, hayatta kal geldiği anlarda size destek olan, tekrar sizi hayat yoluna sokan kişiyi söylemek ister misiniz?
ÖNERİ YAZI: Yaşar Kemal'e göre yazar nasıl olunur?

Blog linki: yasamdanyazilar.blogspot.com

     

29 Haziran 2016 Çarşamba

Ayşe Kulin'in, Nefes Nefese romanına ödül...

ayşe kulin
     Ayşe Kulin sevdiğim yazarlardandır. Onunla ilgili sevindirici bir haber gördüm. Bunu hemen siz edebiyatseverlerle paylaşmak istedim. Ayşe Kulin’in en sevdiğim romanlarından olan Nefes Nefese, İtalya’da en iyi yabancı roman ödülüne layık görülmüş. Nefes Nefese gerçekten bu ödülü hak edecek bir roman. Şimdiye kadar okumadıysanız çok şey kaçırmışsınız demektir. Hemen, size en yakın kütüphaneden alın, okuyun. Pişman olmayacaksınız. Aşk seviyorsanız okuyun.  L’Ultimo Treno Per İstanbul adıyla yayınlanmış kitap. Yani İstanbul’a Son Tren anlamına geliyor. Ödül hakkında sizler neler söylemek istersiniz?

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

28 Haziran 2016 Salı

Anton Çehov karamsar mıydı?

     Anton Çehov hakkında neden karamsar olup olmadığına dair bir soru sorulmuş olsun? Hikayelerindeki hüzün nedeniyle. Ama Anton Çehov hep bunu reddetti. Aksine o hayata bağlıydı. Hayata bağlı olması, zor bir çocukluk geçirdiği gerçeğini değiştirmez tabi. Çocukluğunun böyle zor geçmesi hikayelerine yansıdı. Hikayelerde anlattığı çocuklarda tıpkı kendi çocukluğundaki gibi hüzünlü ve mutsuzdu. İşte bu hüzünlü çocuklar, üzerine karamsar etiketinin yapışmasına neden oldu. Bu eleştirilere oyun yönetmeni Stanislavski’de karşı çıkıyordu, “Onun gibi hayatı seven görmedim” diyordu. Demek ki bir yazarı verdiği eserlere göre değerlendirmemek gerekiyor. Çok hüzünlü, çok duygusal yazıyorsa bir yazar, hemen onun için karamsar dememek gerekiyor mesela.
anton çehov

                                       ANTON ÇEHOV HAYATA NASIL BAKARDI?
     Anton Çehov nasıl iyimser o zaman? Bu soru gelebilir akıllara. Bu sorunun cevabını hikayelerindeki bir karakter verse ne dersiniz? Peki hangi hikayedeki, hangi karakter? Buna nasıl karar vereceğiz? Kendisine karakter olarak en benzeşen kişiyi seçeceğiz. Bunun için Vanya Dayı hikayesindeki karakterlere bakmamız lazım. Bu hikayedeki karakterlerden Astrov aradığımız karakter işte. Astrov’a da soruluyor hayatından memnunluk derecesi. İlginç bir cevap veriyor. Genel olarak hayattan bir şikayetinin olmadığını söylüyor. Ama diyerek bu kadar sade bir cevapla yetinmeyeceğini ifade ediyor. Hayatın diğer alanlarına yüksekten bakıyor. Nedir bu alanlar? Rus, esnaf ve taşra hayatları. Gerçekten hayata çok çok farklı bir açıdan baktırmış hikayedeki karakterine.
BUNU DA OKUMAK İSTEYEBİLİRSİN: Cemal Süreya kitaplığını anlatıyor...
                                         YAZARA NEDEN KARAMSAR DENİLDİ?
     İlk paragrafta Anton Çehov hakkında neden karamsar sorusu sorulduğuna değindik. Hikayelerindeki karamsar havanın bu sorunun temelini oluşturduğunu belirttik. Bu hikayelerin çocuklarla ilgili hikayeler olduğunun ayrıca altını çizdik. Çünkü bu hikayedeki çocuklar mutsuzdular. Neden hikayelerindeki çocuklar mutsuzdu peki? Bu sorunun cevabını da yazarın çocukluk yıllarında aradık. Ve aradığımız cevabı nitekim de bulduk. Yazarın çocukluğu sıradan bir çocukluk değildi çünkü. Normal çocuklara göre zor yılları içeren bir çocukluktu. İşte bu zor yıllarını hikayelerindeki çocuklarda gördük. Yazara karamsar denmesine oyun yazarı Stanislavski’nin itirazını da dile getirdik. İkinci paragrafta ise yazarın hayata bakışını yazdığı Vanya Dayı’daki Astrov karakteri üzerinden anlamaya çalıştık. Peki size göre karamsar mı? Yoksa iyimser mi?
 BUNU DA OKUMAK İSTEYEBİLİRSİN: Bir kütüphane hikayesi...
Foto kaynak:Pixabay.com

Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

     

Orhan Kemal, yazar dostu Sait Faik'i anlatıyor...(Video)

     
orhan kemal


     Orhan Kemal’in, Sait Faik’i anlattığı bir görüntüyü paylaşmak istiyorum sizinle. Trt arşivinden. Orhan Kemal’in sesini ilk defa duydum. Usta bir yazar olduğu o kadar belli ki. konuşurken şimdi bizler gibi ee’leme gibi bir durumu yok. Hikayede geçen küfürleri bile nasıl nezaketle anlattığına bir bakın. Hikaye demişken. Konuşmasına dikkat edin. Sanki konuşmayı dinlemiyorsunuz da yazısını okuyorsunuz. Yazar gibi konuşuyor sanki. Sizler Orhan Kemal’in bu görüntüsü ve konuşması hakkında neler söylemek isterseniz?


Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

Dan Brown Cehennem kitabı yorumum...(BÖLÜM 2)

     Dan Brown Cehennem kitabı incelemesine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bugün sayfa 55’ten 103’kadar olan bölümü inceleyeceğiz. Sienna, komşusundan aldığı elbiseleri Robert Langdon’a verdikten sonra, kendi odasına geçer üstünü değiştirmek için. Romanın başından beri bahsedilen at kuyruğu saçları aslında peruktur. Peruğunu çıkarır. Şimdi aynada saçları olmayan kendisine bakıyordur. Arkadaşı Dr.Marconi artık yanında değildir. Artık yalnızdır. Ve bundan sonra geleceği ne olacaktır? Sienna’nın gözyaşları artık belirsiz geleceği için akmaktadır. Farkında değildir ama artık yanında Robert Langdon vardır. Bir ara pencereden dışarısını seyrederken onu bir sevgili olarak düşünmüştür aslında. Evet, ondan hoşlanmaktadır. Ama şimdilik bizim de bilmediğimiz bir nedenden dolayı kendisini kabullenmeyeceğini düşünür.
dan brown cehennem kitabı

                                           METAL CİSMİN GİZEMİ ÇÖZÜLÜYOR
     Sienna ve Robert Langdon masaya oturur ve ne yapacaklarını konuşurlar. Ceketinde taşıdığı metal cismi ne yapacağını sorar Sienna. Ceketinin tüm ceplerine bakar ama hiçbir şey bulamaz. Ceketin ense tarafındaki bir bölmeden metal cismi çıkarır Sienna. Daha önce ceketinde böyle bir bölme olduğunu bilmediğini söyler Langdon. Cisim düz ve metal bir silindirdir. Kitaptaki ifadeyle biyotüp. Üzerinde bir simge vardır. Bu simge biyolojik tehlike anlamına gelmekteydi. Sienna bunun parmağını tanıma yöntemiyle çalışan bir tüp olduğunu söyler. Langdon inanmayarak parmağını tüpe basılı tutar ve tüp açılır. Bunun bir işaretçi olduğunu anlamıştır. Duvara fırlatır. Ekrana bir görüntü yansır. Görüntüde Botticelli’nin Cehennem Haritası tablosu vardır.
ONEDİO: DAN BROWN'IN "CEHENNEM" KİTABINDA GEÇEN MEKANLAR VE ESERLER 
                                                     DANTE’NİN CEHENNEMİ
     Botticelli bu tabloyu Dante’nin Cehennem eserinden yola çıkarak yapmıştır. Ama Langdon tabloya dijital ortamda başka şeylerin eklendiğini görür. Bu iş altından kalkılamayacak gibidir. Amerikan Konsolosluğu’nu arar. İsmini söylediğinde görevli, telefonu beklenen isimler arasında olduğunu söyler ve onu elçi yardımcısına bağlar. Elçi yardımcısı bulunduğu yere araba göndereceğini söyler. Ama gelen onu hastaneden öldürmeye çalışan tetikçidir. Bunun ardından kapı vurulmaya başlar. Kapıdakiler Amir’in gönderdiği acil durum ekibi, teftiş ve tepki desteği ekibidir. Sienna ve Langdon yine kaçmaya başlarlar. Bu sefer Sienna’nın motoruyla. Langdon nereden tutunacağını şaşırır. Sienna ona beline sarılmasını söyler. Bu durum onları birbirine daha çok yaklaştırmaktadır. Yolda giderlerken ekibin kullandığı siyah minibüsün aynısından görürler. Ve saklanırlar. Langdon arabayı gözlerken içinde rüyalarındaki peçeli kadını görür. Buraya kadar olan olayları nasıl değerlendiriyorsunuz?


                                          ÖTEKİ GÜNDEM- CEHENNEM KİTABI
                                          TARTIŞMASI/ BÖLÜM 1





Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

27 Haziran 2016 Pazartesi

Dan Brown Cehennem kitabı yorumum...(BÖLÜM 1)

     Dan Brown Cehennem kitabı incelemesinde, diğer kitap incelemelerine göre farklı bir yöntem izlemek istiyorum. Bu yönteme göre: Kitabı sadece bir yazı yazarak incelemeyeceğim. Bu kadar çok sayfalı bir kitabı sadece bir yazı ile anlatmak, eksik bir anlatımmış gibi geliyor bana. Mesela bugün kitaba başladım. Ve sayfa 55’e kadar okudum. Sayfa 55’e kadar olan bölümü yazacağım. Bu şekilde her gün bölümler halinde devam edecek. Bir yazı dizisi gibi olmasını planlıyorum. Böyle bir uygulamayı ilk defa deneyeceğim. Eğer olumlu geri dönüşler alırsam, okuduğum diğer kitapların incelemelerini de aynı şekilde yapmayı planlıyorum. Görüşleriniz bu projenin devam edip etmemesinde yönlendirici olacak. Olumlu ya da olumsuz tüm görüşlerinizi paylaşmanızı rica ediyorum.
                                                   KAPAK TASARIMI NASIL OLMUŞ?
     Dan Brown Cehennem kitabı incelemesine kitabın dışından başlamak istiyorum. Kapak tasarımını çok beğendim. Okuduğum diğer kitabı Melekler Ve Şeytanlar kitabının da kitap tasarımının iyi olduğunu hatırlıyorum. Kitap dediğin bence böyle olmalı. İlk etapta kapaktan yakalamalı okuru. Kapağı Henry Steadman tasarlamış. Kendisini tebrik etmek gerekir. Gördüğünüz gibi bu kitabın çok satmasındaki başarı, daha kitabın kapağından başlıyor. Kitabın tanıtım yazısı arka kapakta kullanılmak yerine, ön kapağın içine ek bir kapak yapılarak buraya yerleştirilmiş. Çok estetik olmuş. Yine aynı şekilde, arka kapağın iç tarafına da bir yarım kapak eklenmiş ve yazarın bir resmi konulmuş, daha önce yazdığı kitaplardan ve yaşadığı yerden bahsedilmiş.
dan brown cehennem kitabı

                                                       HASTANEDE GÖZLERİNİ AÇAR
     Arka kapakta ise kitabın içinden etkileyici bir söze yer verilmiş ve kırmızı bir yazıyla başlık olarak, “Cehennemin kapıları İstanbul’a açılıyor” denilmiş.  Dan Brown Cehennem kitabı arka kapağını, ön kapak kadar etkileyici bulmadım. Kitabın dışı ile ilgili bu kadar inceleme yeter diye düşünüyorum. Şimdi gelelim kitabımızın içeriğine. Ana kahramanımız Melekler ve Şeytanlar kitabında olduğu gibi yine Robert Langdon. Kendisi o kitabın sonunda evlenmişti diye hatırlıyorum ama bu hikayeye yine yalnız başlıyor. O kitapta evlendiği kadın karakter yok. Robert Longdon gözlerini açtığında başında bir ağrı hisseder. Etrafına baktığında görür ki bir hastanededir. Buraya nasıl geldiğine dair hiçbir fikri yoktur.
                                                      FLORANSA’DA NE İŞİ VARDIR?
     Bir kitapta başlar başlamaz heyecan, gizem başlar mı? Eğer okuduğunuz bir Dan Brown Cehennem kitabı ise başlar. Uyandıktan sonra içeri sakallı bir doktor girer. Robert Langdon’un sordukları sorulara cevap veremez. Başını koridora uzatır ve birini çağırır. İçeri kadın doktor Sienna Brooks girer. Sakallı doktorun adının Marconi olduğunu ve İngilizce bilmediği için ona cevap veremediğini söyler. Robert Langdon hastaneye nasıl geldiğine dair sorular sorar. Doktorlar bu sorulara cevap vermek yerine ona sakinleştirici verirler. Sakinleştiricinin etkisiyle uykuya dalarken pencerenin camından tarihi bir kule bir görür. Bu yapıyı nerede görse tanırdı. Evet, evet bu yapı Palazzo Vecchio’dur. Ama nasıl olurdu. Bu yapı Floransa’dadır. O an İtalya’da olduğunu anlamıştır.
BİR DE BLOG FUNDALİNA'NIN DAN BROWN CEHENNEM KİTABI İNCELEMESİNE GÖZ ATIN DERİM
                                                      EN SON HATIRLADIĞI ŞEY
      Bu imkansız bir şeydi. Çünkü Robert Langdon Amerika’da yaşayan bir sanat tarihçisidir. Floransa’da ne işi vardır? Amerika’dan buraya nasıl gelmiştir? Bu sorular doğal olarak aklını kurcalar durur. Sonunda Dr.Brooks’a nasıl buraya geldiğine dair olanları anlatması için diretir. Hastanenin önünde bulunduğunu ve kafasından bir kurşunun sıyırıp geçtiğini söyler Dr.Brooks. En son sabahleyin üniversiteye giderken hatırlıyordur kendini Robert Langdon. Ondan sonrası karanlıktır. Şimdi Robert Langdon’u odasında bırakıp denizlere açılıyoruz. Adriyatik’te ilerleyen The Mendacium isimli özel bir yata konuk oluyoruz. Bu yat Konsorsiyum adında bir örgütün yönetim merkezi gibi kullanılmaktadır. Başında amir denen bir yönetici vardır. Dan Brown Cehennem kitabı gizemini daha da artıyor amir karakteriyle.
                                 ROBERT LANGDON’U ÖLDÜRMEK İSTEYEN TETİKÇİ
     Amir en iyi elemanı olan Vayentha’yı, Robert Langdon’u öldürmek için görevlendirir. Şimdi işin içine bir de tetikçi karışmıştır. Dan Brown Cehennem kitabı sarıp sarmaladı beni resmen. Devam edelim anlatmaya. Gecenin ilerleyen saatlerinde Vayentha hastaneye gelir. İçeri girmesine izin vermezler. Ama bu itirazlar onu durduracak değildir. Vayentha susturucu takılmış silahı ile Dr. Marconi’yi öldürür. Dr. Brooks hemen kapıyı kilitler. Bu arada Dr.Brooks, Robert Langdon’u hastaneden evine kaçırır. Langdon, Dr.Brooks’un evinde bazı eski gazeteler bulur. Bunlara göre Dr.Brooks küçüklüğünde dahi bir çocuktur. Buraya kadar olan bölümde Robert Langdon devamlı rüyasında ortada bir nehir, karşıda peçeli bir kadın ve kadının yanında cesetler görür. Sayfa 55’e kadar bunlar yaşandı. Temposu ve kurgusunun her zamanki gibi çok iyi olduğunu söyleyebilirim. Kitabımızı incelemeye devam edeceğiz. Sayfa 55’e kadar olan bölümle ilgili neler söylemek istersiniz?

         GECE GÜNDÜZ PROGRAMINDA DAN BROWN İLE  CEHENNEM KİTABI                                                ÜZERİNE YAPILMIŞ OLAN RÖPORTAJ




Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com


25 Haziran 2016 Cumartesi

Shakespeare hakkında daha önce duymadıklarınız...

     Bugün, Shakespeare ile ilgili bir yazı okudum. Ve Shakespeare hakkında, yeni yeni şeyler öğrendim. Bu öğrendiğim şeyleri, sizlerle paylaşmak istedim. Hemen şunu söyleyeyim: Shakespeare, pek bilinmeyen bir şair ve yazar. Ne zaman doğduğu ve ne zaman öldüğü, tam olarak bilinmiyor. Bilinenler üzerinden anlatmaya çalışacağım. İlk olarak, özel hayatı ile başlayalım isterseniz. Eşi ile evlendikleri zaman eşi, üç aylık hamileymiş. Ve yaşı da sadece, 18. Erkenden dünya evine girmiş yani anlayacağınız. Unutmadan. Evlendiği eşi de kendisinden büyükmüş.  Yazıyı yazanlar, ne kadar büyük olduğunu yazmamışlar. Bunlarda hiç merak da yok. Yazının başında size boşuna, bilinmeyen bir yazar olarak tanıtmadım kendisini. Alın size, bunun için bir neden daha.
shakespeare

                                                              KAYIP 7 YIL
      Shakespeare, 1585 ile 1592 tarihleri arasında ne yaptı, ne etti kimse bilmiyor. Gizemli bir yanı var yani. O tarihler için, bir takım tahminler var sadece. Kimisi öğretmenlik yapıp vatana millete çocuk yetiştirdi diyor. Kimisi, kendini yine eğitime adadı, ama öğretmen değil, öğrenci oldu, hukuk okudu diyor. Bir başka görüş ise, bu iki görüşe de katılmıyor. Ve ne öğrenci, ne de öğretmendi. O bir tiyatroda yöneticiydi diyor. Okuduğum yazıda benim hoşuma giden, ilgimi çeken özelliklerini paylaşıyorum sizinle. İşte bunlardan bir başkası: İngiliz edebiyatına damga vurmuş. Yazılarında kullandığı kelimeleri, İngiliz edebiyatına mal olmuş. Hem de kaç kelime. 10 değil, 100 değil, neredeyse 1700 kelime.
BİYOGRAFİ: SHAKESPEARE KİMDİR?
                                                MEZAR HIRSIZINA LANET
     Shakespeare hakkında sıradaki yazacağım şeyi, bizimkilerden biri, bir Türk yapsaydı, hiç şaşırmazdım. 1616 tarihinde ölüm kapısını çalmıştır. O zamanlar, mezar hırsızlığı da almış yürümüş. Mezara zarar gelmemesi için, ne yapacaklardı peki? Tam bir yazara yakışacak bir iş yapmışlar. Mezar taşına, mezar hırsızlarına ithafen, lanet okumuşlar. Bu uygulamanın, ne kadar başarılı olduğu hakkında ek bir bilgi yoktu. Kaç hırsız, bu lanetten korkup mezara yaklaşmamıştır. Orası bir soru işareti. Son olarak, yine enteresan bir madde ile karşınızdayım. Kendisi hakkında, kendisinin bile doğru dürüst yapamadığı bir şeyi aktaracağım size. Soyadını, kendi bile doğru telaffuz edemiyor. O kadar ki, 80 değişik tarzda söyleyerek, bu alanda da başarılı olmuş. Söz sırası sizde artık. Bu okuduklarınızdan sonra, Shakespeare hakkında neler söylemek istersiniz?

                                             SHAKESPEARE'İN TARİHE DAMGA 
                                             VURAN 20 SÖZÜ




Foto kaynak:Pixabay.com

Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com



Dava kitabı incelemesi...

 UYARI: Kitabı okumayanlar, bu yazıyı okuyabilirler.    
     Dava kitabı incelemesi yapmak kolay değil. Siz de takdir edersiniz ki. Ben de kendi çapımda anlatmaya çalışacağım. Öncelikle ben, Dava kitabını sevemedim. Bana anlamsız geldi. Daha önce, bu tarz yazılmış kitapları okumadığımdan dolayı olabilir. Kahramanımız Josef K. Bu K, Kafka’nın K’sı mı diye, aklıma gelmedi değil bak. Dava kitabı incelemesi yapmadan önce, kitapla ilgili daha önce yazılmış yazıları okudum. Hiç birinde bu mevzuya değinilmemiş. Bir yazıda değinilmiş. Oda sadece, neden yalnız K olarak ifade edilmesiyle ilgiliydi. Baştan kaybetmiş bir insanı  anlattığı için, isminin tamamı yok, sadece baş harfi var gibi bir açıklama yapmış işte.
dava kitabı incelemesi

                                                  TUTUKLAMA VAR AMA...
     Yavaş yavaş, Dava kitabı incelemesi yapalım o zaman. Dava kitabı hakkında, hangi siteyi açsanız, söylenen standart bir kelime ile karşılaşırsınız. Bir sabah Josef K uyandığında, onu tutuklamaya gelmiş iki kişi ile karşılaşır. Ve onlar tarafından tutuklanır. Ben hemen hemen, her Dava kitabının anlatıldığı yazıda bunları görünce, aklımda şöyle bir hikaye canlandı. Josef K’yı yaka paça alırlar, götürürler. Hapishane yatar. Neden yattığını bilmez falan. Hep bugünkü yargının uygulamalarının, haksız ve aynı Dava kitabında anlatıldığı gibi olduğunu söyleyenleri de duyunca, “Tamam. Kitap tam düşündüğüm gibi” dedim. Kitabı bir heves okumaya başladım.  Ama hiç öyle değilmiş. Evet, Josef K bir sabah uyanıyor. Evet, iki kişi geliyor. Evet, tutuklanıyor.
ÖNERİ YAZI: Yazmaya nasıl başladım?
                                                ANLAMSIZ OLAYLAR DİZİSİ
     Ama bundan sonrası tahmin ettiğim, düşündüğüm gibi değildi. Evet, tutuklanıyor dedik de. Öyle hapishaneye falan götürülmüyor. Tutuklu ama serbest. Normal hayatına devam ediyorsun. Değişen bir şey yok. Sonra apartman bozma bir binanın çatı katında, sözde duruşma yapılıyor. Yok, sonra amcasının zoruyla avukat tutuyor. Avukat, devamlı dava devam ediyor gibisinden laflarla, Josef K’yı oyalıyor. Bu arada Josef K, bankada şef. Müşterilerinden biri, davasında yardımcı olması için, ona bir ressam öneriyor. Sonra avukatını azletmek istiyor. Yok sonra katedrale gidiyor. Kısacası, ben hiçbir şey anlamadım. Okurken sıkıldım. Ben böyle soyut, mecazlı anlatımları sevmiyorum. Sırf, Dava kitabı diye okudum işte. Dava kitabı ve Dava kitabı incelemesi hakkında, siz neler söylemek istersiniz?
ÖNERİ YAZI: Önüne gelen kitabı okuma, okutturma...

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

24 Haziran 2016 Cuma

Çetin Altan köşe yazılarını okuyamamak...

     Gazetelerde köşe yazılarını okuma merakım, yeni yeni başlamış. Önüme gelen gazetedeki köşe yazarlarını okuyorum. Hangi tür yazarları seviyorum ya da hangi tip yazıları seviyorum, kendimi keşfetmeye çalıştığım dönemler. O dönemlerde, Passaparola diye bir yarışma vardı. Metin Uca’nın sunduğu. Çok severdim ve izlerdim. Kim Milyoner Olmak İster’den sonra, gerçek bilgi yarışması olarak gördüğüm tek yarışmadır Passaparola. Sorulardan biri, Çetin Altan ile ilgiliydi. Milliyet gazetesindeki köşesinin adı sorulmuştu. Daha önce görmüş ve okumuştum. O yüzden, köşenin adının Şeytanın Gör Dediği olduğunu biliyordum. Yarışmacı da bildi. Soru rast gitmiş. Çünkü yarışmacı, o köşenin devamlı takipçisiymiş. Çetin Altan okuyucusuna sorulacak soruydu tam yani.
çetin altan

                                           EN UZUN SÜRELİ YAZAN KÖŞE YAZARI
     Dediğim gibi, daha önce okumuştum o köşeyi. Ama Çetin Altan yazısı, çekmemişti beni. O yarışmadan sonra, tekrar bir düşündüm. “Acaba yeteri kadar şans vermedim mi?” diye sordum kendime. Belki de çok iyi bir yazardan mahrum kalacaktım, hemen onu okumayı bırakmakla. O yüzden ne zaman elime Milliyet gazetesi geçse, hemen Şeytanın Gör Dediği köşesini açar ve yazılarını okumaya başlardım. Ama ilerleyen zamanla beraber, hiçbir şey değişmedi. Yazılarından hala tat alamıyordum. Sonuçta büyük bir yazar olabilir. Çok okunuyor olabilir. Ama bunlar hiçbir şeyi değiştirmedi. Ben sevmemiştim, sevememiştim. Bir özelliği daha vardı. Dünyanın en uzun süreli köşe yazan, köşe yazarlarından biriydi.
ÖNERİ YAZI: Yerli klasikleri daha çok sevdim...
                                          HER ŞEYE RAĞMEN OKUMAYI BIRAKTIM
     Bu özelliğini de duyduktan sonra, çok okumak istemiştim. Onu okumaya başlamamın en büyük nedeni de, bu özelliğini duymuş olmamdı. Çok imrenmiştim. Dünyanın en uzun süre köşe yazan, köşe yazarlarından biri olmak ne demekti? Her gün yazacak bir şeyler bulabilmek. Böyle bir düşünceyle başlamıştım okumaya. Tüm bunlara rağmen beni sarmadı. Bir daha okumamak üzere o köşeyi bıraktım. Ne olursa olsun. Ben beğenmedikten sonra, okuyamadıktan sonra hiçbir önemi yoktu. Şimdi ise devamlı takip ettiğim sadece beş köşe yazarı var. Kafama uyan, yazıları beni sıkmayan ve yazıları akıcı olan. Sizin belli bir süre okuyup, sonradan okumaktan vazgeçtiğiniz köşe yazarları oldu mu? Ya da hiç Çetin Altan okumuş muydunuz?
ÖNERİ YAZI: Kitap oburu musunuz?

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

22 Haziran 2016 Çarşamba

Cemal Süreya: "Toplum acımasız"

     Sanatçıya vefasızlık haberleri, yazılı ve görsel medyada, maalesef her zaman görmeye alıştığımız haberler arasında yer almaktadır. Cemal Süreya, bu konu üzerine  kısa bir deneme kaleme almış.  Ve bu deneme de, Türkçe Bilenin İşi Rast Gider kitabında yayınlanmış. Denemesine Puşkin’in bir sözü ile başlar Cemal Süreya. Puşkin, sanatçılara öldükten sonra değer verilmesi hakkında: “Yalnız ölüleri sevmeyi biliyorlar” diyor toplum için. Evet, Rus toplumu için bu söz doğru olabilir. Ama bizim için, daha bir doğru noktasındadır Cemal Süreya. Hemen de bu durumu bizden örneklendirmelerle de somutlaştırır. Orhan Veli’yi verir, ilk örnek olarak.
cemal süreya

                                              ORHAN VELİ’DEN KEMAL TAHİR’E
     Daha ölümünün birinci haftasında, herkesin Orhan Veli’si olmuştur. İlla bir sanatçının kabullenilmesi için, ölmesi mi lazım? Eğer Türkiye’de yaşayan bir sanatçı iseniz, ölmeniz lazım. Hayattayken bu saygı neden gösterilmez ki? Orhan Veli yaşarken, şiirleriyle dalga geçenler vardı. Orhan Veli’nin yazdıklarını şiir olarak görmeyenler vardı. Ne oldu? Öldü ve Orhan Veli Türkiye’ye mal oldu. Haklı olarak Cemal Süreya soruyor, onun şiirleriyle dalga geçip, onu kabullenmeyenlere, “Bir hafta gibi kısa bir sürede, nasıl da hemen kabullendiniz onu?”. Kemal Tahir verdiği başka bir örnektir. Onun hakkında yazılmayan şey kalmamıştır. Ama bu durum, hiçbir şeyi değiştirmemiştir. Öldüğü gün, karşıtlarının karşıtlıkları da ölmüştür. Yaptığı her şey affedilmiştir Kemal Tahir’in değerlendirmesinde bulunur.
ÖNERİ YAZI: Akşamı yaşamak...
                                                FARKLI BİR ÖRNEK: ECE AYHAN
     Sıradaki örnek Orhan Kemal’dir. Yazarlar üzerinden, toplumun yazarlara vefasını analiz ediyor gibidir. Orhan Kemal’in şimdiye kadar verdiği örnekler gibi olmadığından, toplumun geniş kesimlerince bilinirliğinden bahseder. Ama toplumun bütününün kabullenmesinin, ancak ölümü üzerine olduğunu dile getirir. Ece Ayhan ile ilgili verdiği örnek ise, ilginçtir. Ece Ayhan hastalanır. Herkes ölecek gözüyle bakar. O yüzden toplumun ondan iyi bir şair diye bahsetmeye başladığını söyler. Ama gün gelir, Ece Ayhan düzelir. Bu sefer de yapılan övgülerin, teker teker geri alındığını belirtir. Tüm bunları anlattıktan sonra toplumumuz için, “Acımasız” der. Sizce bu söylemi çok mu sert kaçmış? Yoksa Cemal Süreya, çok yerinde bir değerlendirmede mi bulunmuş?
ÖNERİ YAZI: Yağmur da sevdaya dahildir...

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

21 Haziran 2016 Salı

Kafka: Bedenini sevmeyen bir yazar...

     Bu yazımızın konusu Kafka. Onunla ilgili her gün farklı bir şey öğrenebileceğiniz bir yazar kendisi. Bedeniyle barışık biri değil. Bedenini sevmiyor. Bunu günlüklerinde de dile getirmiş. 1910 tarihli günlükte bedeniyle ilgili karamsar cümleler yazmış. Bedeni onda o kadar bir takıntı haline gelmiş ki. Sahip olduğu beden nedeniyle hangi iş olursa olsun, başarıyı yakalayamayacağını düşünürmüş. Kafka, sadece bu özelliği ile şahsına münhasır bir kişilik olduğunu ispatlıyor. Hani bilgisayarın ekranına bakarsınız. Ekranda sayfa bembeyazdır. Hala bir şey yazamamışsınızdır. Öylece bekler durursunuz dakikalarca, bir şeyler yazmak için. Oda bu durumu yaşarmış. Yazmak için koltuğuna oturduğuyla kalır. Yazamaz, kısır saatler geçirirmiş.
kafka

                                              ONUN KORKUSU: ÖLÜM KORKUSU
     Hepimizin korkuları olduğu gibi, onunda bir korkusu var. Bu hayatta fazla ömürlü olamayacağı korkusu. Bu dünyadan erkenden göçme korkusu. Bu korku ona, dünyada kırk sene bile yaşayamayacağını fısıldamış. Altıncı his ya da bir ilham diyebiliriz herhalde buna. Yoksa, başka türlü nasıl anlatırız dünyada ne kadar yaşayacağını bilmesini. Evet, kırk yaşında, tam da dediği gibi bitmiştir bu hayat yolculuğu. Kafka son nefesini verdiğinde tarihler, 1924 yılını gösteriyordu. Okuduklarımızı bir toparlayalım isterseniz. Buraya kadar yazılanları göz önüne alırsak, diğer yazarlardan farklı olarak iki özelliğini görüyoruz. Birincisi: Kendi bedenini sevmemesi. İkincisi: Dünyada ne kadar yaşayacağını bilmesi. Bir toparlama yaptıktan sonra, anlatmaya devam edelim isterseniz.
ÖNERİ YAZI: Osmanlı'nın doğuşu: Merhaba Söğüt
                                                    ÖLÜM KOKUSU ALAN KÖPEK
     Yazarlar, içinde bulundukları ruh hallerini eserlerine yansıttıklarına göre, ölüm korkusunu eserlerinde görebiliyor muyuz? Evet, görebiliyoruz. Son yazmış olduğu birkaç hikayeden biri olan, “Bir Köpeğin Araştırmaları”nda kendisini gösterir bu durum. Köpekler normalde neyin kokusunu alırlar? Bir kemiğin ya da atılmış bir yemeğin. Ama bu hikayedeki köpek, ölüm kokusu alıyor. Bu hikayeyi hangi ortamda yazdı, buna da bakmak lazım. Bu hikayeyi yazarken normal, sıhhatli bir insan değildir. Bu hikayeyi yazarken, o artık bir tüberküloz hastasıdır. Böyle bir psikolojideki bir yazardan, böyle bir hikayenin çıkması, çok normal olsa gerek. Ben bu tip yazıları yazarken en baştaki amacım: Yazarlar hakkında bilinmeyenleri paylaşmak. Siz daha önce Kafka hakkında bu okuduklarınızı duydunuz mu?
ÖNERİ YAZI: Orhan Veli'ye göre sanat ne içindir?

Foto kaynak: Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

20 Haziran 2016 Pazartesi

Cemal Süreya ve bir günü...

     Gündelik yaşamda Cemal Süreya nasıldı? Neler yapardı? Hiç merak ettiniz mi? Eğer merak ettiyseniz, size bir müjdem var. Bu yazı sayesinde, bu merakınızı giderebileceksiniz. Cemal Süreya günlük hayatını, Gösteri dergisi için yazmış. Derginin 21’inci sayısında. 1982 yılında. Bir gününü yazması zordur aslında onun için. Şair olmanın, bir sanat adamı olmanın etkisi ne kadardır bilinmez ama, günü gününe tutmaz. O yüzden anlatacağı bir günü, onu tam olarak yansıtamayacaktır bize. Bunu belirtir. Hatta geçirdiği bir günü değil de, geçirdiği bir haftayı anlatsa, okurun sorduğu soruya daha iyi bir cevap olabileceği düşüncesindedir. Ama her şeye rağmen, yine de anlatmaya çalışır.
ÖNERİ YAZI: Cemal Süreya: İmza günleri benim işim değil...
                                                   EN VERİMLİ SAATLERİ
     İstanbul’un Kadıköy’ünde oturmaktadır. İstanbul’lu kimliğinden çok, Kadıköy’lü kimliği daha ağır basmaktadır. Kadıköy’lülerin bir özelliğini de anlatır yazısında. Bir mecburiyetleri yoksa, çıkmazlarmış Kadıköy’den. Çünkü o yıllarda Kadıköy, hala bir kasaba gibidir. Ordaki mahalle kültürü, hala yaşamaktadır. Cemal Süreya o yıllarda, oğlu Memo Emrah ile yaşamaktadır. Memo Emrah, on üç yaşındadır. Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri dışındaki günlerde, işe gidişten eve dönme saatine kadar tüm hayatını oğluna göre planlar. Çünkü bu üç gün, oğlu annesinin yanındadır. En verimli saatleri sabahın 4’ü ile 9’u arasındadır. Bu saatlerden de anlaşılacağı gibi, erken saatlerde yatmaktadır. Bu saat dilimlerinde dünyayı bir kenara bırakıp, düşlerinin dünyasına dalarmış.
cemal süreya

                                        HAFTA SONLARINI NASIL GEÇİRİRMİŞ?
     Saat 9 olduğunda yorgunluk bir yandan, uykusuzluk bir yandan, belirtilerini göstermeye başlar. Yarım saatlik bir uyku, onu kendine getirecektir. Tabi uyuyabilirse. Eğer uyuyamazsa, o gün sersemlik çöker üstüne ve gitmek de bilmez. 4 ile 9 saatleri arasında kalkmayı alışkanlık haline getirmiştir. O kadar ki, kalkmayı gerektirecek bir neden olmasa bile, o saatlerde ayaktadır. O saatlerde kendisine çay eşlik eder. Çayı sever. Hatta, on bardağa kadar çay içtiğini bile söyler Cemal Süreya. Oğlunun yanında olmadığı hafta sonları, evde durmaz. Dostlarının kapılarını çalar. Vu bu dost ziyaretlerinin yapıldığı bazı akşamlarda, evinin ışıkları yanmaz. Dostlarının yanında sabahlamayı tercih etmiştir çünkü. Bozulan uyku düzeni nedeniyle, verimli saatleri de değişir.
ÖNERİ YAZI: Cemal Süreya'nın kötü roman ve kötü şiire bakışı nasıldı?
                                                    SİNEMA TUTKUSU
     Öğlenleri yemek yemez. Buna karşılık akşam yemekleri ise bir ziyafettir. Akşam 19:00 ile 20:30 saatleri, eşref saatidir. Bir kadeh şenlendirir bu saatlerini. Gençlik yıllarında sinema, onun için bir tutkuymuş denebilir. Her gün muhakkak bir sinemanın koltuğunda yerini alırmış. Bunun yanında tiyatro da var tabi. Sinema kadar hayatında kendine yer bulamasada.  Ama kahve alışkanlığı devamlıdır. Kahveden kahveye dolaşır. Birbirinden farklı üç kahveye girer çıkar gün boyu. Bu kadar kahve tutkunu olması boşuna değildir. Çünkü hiç de azınsanmayacak sayıda bir çok şiirlerini, kahvede yazmıştır. Bilinenin aksine sessiz, kendiyle baş başayken yazmaz şiirlerini. Aksine bu tip sesli ortamlar, alışkanlık haline gelmiştir onda. Evet, bir şairin günlük yaşamından kesitler böyle. Siz neler düşündünüz yazıyı okuduktan sonra, Cemal Süreya ve günlük yaşamı hakkında?

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

19 Haziran 2016 Pazar

Tezer Özlü dünyasını anlatan kitap...

     Günlük takip ettiğim edebiyat sitelerinden birinde bugün bir yazı okudum. Geçtiğimiz şubat ayında Tezer Özlü ile alakalı bir kitap çıkmış, İletişim Yayınları’ndan. Kitabın adı, “Gülebilir miyiz Dersin?”. 192 sayfa. Kitabın derleyenleri yani yazarları, Feryal Saygılıgil ve Beyhan Uygun Aytemiz. Tezer Özlü hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmak isteyenlerin, kaçırmak istemeyecekleri bir kitap diyebiliriz. Dilerseniz kitap hakkında daha fazla bilgi vereyim. Kitap, iki bölümden oluşuyor. Anılardan ve karşılaşma anlarından söz ediliyor ilk bölümde. Benim en sevdiğim ve en hoşuma giden anlatıdır anılar. Bir yazarı daha iyi tanımanın imkanını verir size anılar çünkü. İşte bu nedenle Tezer Özlü sevenler için, kaçırılmaması gereken bir kitap olarak görüyorum, Gülebilir miyiz Dersin’i.
tezer özlü

                                               AYLAK ADAM’IN KADIN VERSİYONU
     Kitabın ikinci bölümü için çok güzel bir şey düşünmüşler. Tezer Özlü yazılarını edebiyatın dışında farklı yönlerden ele almışlar, incelemişler. Mesela felsefe açısından bakmışlar yazılarına. Toplumbilimci gözlüğünün arkasından okumuşlar satırlarını. Psikanaliz ile satırların insanın ruhuna nasıl dokunduğunu ortaya koymuşlar. Bu kitap o kadar zengin bir kitap ki. Tam on beş farklı kişi, yazarın farklı yönlerini ele alan yazılar yazmışlar. Şimdi bu yazılardan dikkatimi çeken birkaç tanesini, sizlerle de paylaşmak isterim. Öncelikle Hatice Meryem’in yazısı hemen dikkatimi çekti. Çünkü yazar hakkında dikkat çekici bir benzetme yapıyor ve onu Aylak Adam’ın kadın versiyonuna benzetiyor.
ÖNERİ YAZI: Kafka'nın mezarı başında, Tezer Özlü'nün düşündükleri...
                                                  YEĞENİNDEN HALASINA MEKTUP
     Beğendiğim bir sonraki yazı ise, Narin Bağdatlı ve Bahadır Vural’ın yazdıkları yazıydı. 1950’yi başlangıç kabul etmişler. Bu tarihten itibaren yaşanan siyasal ve toplumsal olayların, yazarın, yazı hayatında nasıl kendini bulduğunu incelemişler. Bir diğer yazı da Derya Önder’in yazısı. Bu yazıyı çok sevdim. Neden derseniz? Önder yazısında çok sevdiği yazarların, bir numarası olan Pavese ve diğerleri ile Özlü’nün, hem yaşantısında hem yazı hayatında ortak olan noktaların peşine düşmüş. Özlü deyince hemen akla gelen ölümdür. Önder yazısında bu noktaya da değinmiş. En sona, çok hoş bir yazıyı sakladım. Yeğeni  Ayda Çevik’in, halası Özlü’ye mektubu. O mektubu çok okumak isterdim. Kim bilir nasıl da duygusal bir mektuptur. Siz ne diyorsunuz Tezer Özlü için hazırlanan bu kitap için, anlattıklarım kadarıyla?
ÖNERİ YAZI: Umberto Eco yazarlık sırrını veriyor...

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

17 Haziran 2016 Cuma

Schopenhauer'e göre hayatımızın aşkını nasıl seçiyoruz?..

     Yazarlar, aşk üzerine ne diyorlar? Onların hayata bakış açıları farklı olduğu için, elbet, aşka da başka bir perspektiften bakacaklardır. Aşkı, yazar olarak nasıl gördükleri merak uyandırıcı. Bu yazımızda dilerseniz, Schopenhauer ne demiş ona bakalım. Aşk acısı çektiğimiz anlar, gerçekten hayat, azap verici bir hal alır. Vücudumuzda bir yerimiz ağrımıyordur ama duygusal olarak çökmüşüzdür. Bu aşk acısından da ha deyince kurtulamayız. Benim büyüklerimin bir lafı vardı, “Geçer, geçer de, deler de geçer” diye. İlla o aşk acısı bizden alıcağını alır ve ruh dünyamızı öyle terkeder. Aslında tam olarak terkettiği de söylenemez. İzi kalır. Schopenhauer bizi böyle hallaç pamuğu gibi sallayan aşk için, filozoflar ne demiş onlara bakmış.
schopenhauer

                                                       NEDEN AŞIK OLUYORUZ?
     Baktığında gördüğü ise koskoca bir hiçmiş. Filozoflar aşk konusunda kafa yormamış, kalem oynatmamışlar. Adeta üç maymunu oynamışlar. Böyle olunca da aşk konusu önümüzde, balta girmemiş orman misali devasa bir hal almış. Bu durum için, “Bizleri şaşırtmalı” diyor Schopenhauer. Neden aşık oluruz sorusu vardır bir de. Schopenhauer, “Üreme” olarak cevaplıyor bu soruyu. Nesli devam ettirme isteği. Aşkın asıl altında yatan nedenin bu olduğunu söylüyor. Aşık olduğumuzda, sevgilimizin yanından bir an olsun ayrılmak istemeyiz. Ondan ayrı olduğumuz zamanlarda da, devamlı sevgilimizi görme isteğiyle yanar tutuşuruz. Bizi böyle ateşli duygulara sevk eden bir güçten bahseder Schopenhauer.
                                          HAYATIMIZIN AŞKINI NEYE GÖRE SEÇİYORUZ?
     Bu gücün tek bir amacı vardır. Bizim ürememizi sağlamak. Ve böylelikle gelecek nesilleri inşa etmek. Bu söylenileni aslında şöyle somutlaştırma olanağımız var. Nasıl bir kadın, anne olmak ister. Nasıl ki bir erkek, baba olmak ister. Bu his, bu duygu bizim doğamızda var. Hayatımın kadını ya da hayatımın erkeği diye yıllarca bekleyip ağaç olduğumuz kişileri de, tahmin etmişsinizdir ki onları da çocuk yapma isteğimizle seçtiğimizi söylüyor Schopenhauer. Hayatınızın kadınını/erkeğini bulduğunuzda bir anlamda zeki, güzel ve sağlıklı çocuk yapabileceğiniz en ideal kişiyi de bulmuş oluyorsunuz. Schopenhauer’in bu aşk üzerine söylediklerini okuduğumda, daha çok bilimsel açıklamalar okuyorum zannettim. Siz ne diyorsunuz Schopenhauer’in aşk üzerine bu söylediklerine?

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

16 Haziran 2016 Perşembe

Yaşar Kemal'e göre yazar nasıl olunur?

     Yaşar Kemal diye bir yazarımız olmayabilirdi. Onun yerine, köylerde destancımız olabilirdi. Yaşar Kemal’in çocukluğunda devamlı köylerine destancılar gelirmiş. Az çok, Yaşar Kemal’in hayatını okuyanlar bilirler bunu. Destancıları çok sevmiş. Aşıkları da unutmayalım tabi. Onlar da köylerine uğrarmış Yaşar Kemal’in. Destancı ya da aşık, hangisi olursa olsun köye geldiklerinde Yaşar Kemal, hemen yanlarında bitermiş. Onları dinlermiş can kulağıyla. Onlar gibi kendisi de şiir söylemeye başlamış. Kırlarda, bayırlarda. Masal gibi bir çocukluk. Bıyıklarının terlemeye başladığı genç delikanlılık dönemlerinde, ufaktan girmiş işin içine. On altı veya on yedi yaşlarındadır, masallar ve destanlar derlediğinde. Destan ve masal derlemekle kalmamış. Tekerleme ve folklor da  derlemiş.
yaşamdan yazılar

                                                     OKUMAYA AŞIK BİR YAZAR
     Modern edebiyat hayatına girmeseydi, bugün, yazar Yaşar Kemal’den bahsetmiyor olacaktık. Kendi ifadesiyle, “Destancı olurdum” diyor. Yaşar Kemal’i, Yaşar Kemal yapan en önemli olaylardan bir tanesi de Ramazanoğlu Kütüphanesinde çalışmasıdır. Kütüphane, ona okumanın kapılarını açmıştır. Şunu da bilmek gerekir ki. Her kütüphanede çalışan, okumayı çok sever diye bir durum yok. Yaşar Kemal’de kütüphanede çalışan, sıradan biri olabilirdi. Ama o, okuma aşığıydı. Devamlı okuyordu. Kütüphaneye devamlı dünya klasikleri geliyordu. Gelen bu klasiklerin çevirilerini, cumhuriyet sanatçıları Tercüme Bürosu yapıyordu. Ne geliyorsa okuyordu, ayrım yapmıyordu. Klasiklerin yanında, dünya romanları ve son yıllarda yeni yeni popüler olmaya başlayan tarih kitapları.
                                YAŞAR KEMAL’E GÖRE BİR YAZAR NELERİ OKUMALI?
     Yaşar Kemal nerden beslenmiştir? Onca birikimi nasıl elde etmiştir? Yaşar Kemal, “Ustalarım” ve “Kaynaklarım” diyerek, ikiye ayırır beslendiği pınarları. “Ustalarım” diyerek anlatmak istediği, çocukluğunun destanları, masalları, tekerlemeleri, folklorları yani sözlü edebiyattır. “Kaynaklarım” dediği ise, büyük, dünya edebiyatına damga vurmuş yazarlardır. Kimdir bunlar? Bunlar: Savaş ve Barış’ın yazarı Tolstoy’dur mesela. Sonra Ölü Canlar’ın yazarı Gogol’dur. Stendhal’dır, Dickens’dir. Tam bu noktada, yazar nasıl olunur sorusuna da cevap veriyor Yaşar Kemal. Ona göre bir yazar hem Doğu, hem de Batı edebiyatını süzgecinden geçirmeli. Hatmetmiş olmalı. Bir yazar adayına, “Kafka” dendiğinde, alık alık bakmamalı. Şimdiki yazar adaylarına sormak lazım. Batı edebiyatının temel taşlarını oluşturan kitapları okudunuz mu? Ya, Türk edebiyatı? Orhan Kemal’den Yaşar Kemal’e, okunmadık kitap bıraktınız mı?

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

15 Haziran 2016 Çarşamba

Yalnızlık Meydanı beni mimlemiş...

     Yalnızlık Meydanı yani Uğur beni mimlemiş. Yine enteresan sorular var bu mimde. Uğur çok güzel cevaplamış. Biraz da mizah katmış. Bende soruları cevaplamak için sabırsızlanıyorum. Başlayalım o zaman. Ne dersiniz?
     1- Elinizde sihirli bir değneğiniz olsa neyi veya neleri değiştirmek isterdiniz?
Cevap: Belki bir ütopya olacak ama. Herkese, her ay belli miktarda para verirdin. Böylelikle kimse kimseye muhtaç olmaz. Sırf çıkar için, para için insanlar ezilmez, hor görülmezdi. Para sorunu ortadan kalkınca, belki dünya daha güzel bir yer olurdu.
2         2- Mesleğinizi değiştirseydiniz hangi meslek dalını seçerdiniz veya ne olmak isterdiniz?
Cevap: Bir mesleğim yok. Üniversiteyi bitirip ortada kaldık. Tabi ki yazar olmak isterdim. Öyle çok okunayım, Ahmet Ümit, Ayşe Kulin gibi popüler olayım gibi bir derdim olmazdı. Kendim yağımda kavrulsam yeter şeklinde bir yazarlık keserdi beni.
3         3- Bir gün boyunca aç kaldınız (Ramazanda olduğu gibi) ilk ne yemek isterdiniz?
Cevap: O noktaya geldikten sonra insan, “İlle de şunu yerim” gibi bir şey diyemiyor. Yani umduğumu değil bulduğumu yerim :)
4         4-  Bir dalga olsaydınız nereye vururdunuz?
Cevap: Denize bakıp sevgilisini düşünen bir sevdalının olduğu yere.
mim

5         5-  Issız bir adada yanınıza alacağınız 3 kişi?
Cevap: Bu sorunun aslının yanınıza alacağınız üç şey olması gerekmiyor mu? :) Hayat ne hızlı akıyor böyle. Sorular bile değişiyor. Issız bir adada sohbetin, muhabbetin dibine vurmalı diye düşünüyorum insanın. O yüzden bizim ekiple giderdim. Semih, Bilal ve Yaşar.
6         6- En çok görmek istediğiniz şehir veya ülke?
Cevap: Fransa. Çünkü orda şu anda Avrupa Futbol Şampiyonası, EURO 2016 var. Hem ziyaret, hem ticaret yani :)
7         7- Asla giymem dediğiniz renk hangisidir? Neden?
Cevap: Bu konuda aslalarım yoktur. Üstüme giydiğimde yakışıyorsa olay bitmiştir. Renk farketmez.
8         8- Bayramda ne yapacaksınız?
Cevap: Kapı kapı dolaşıp şeker toplama ve harçlık alma demeyi o kadar çok isterdim ki. Maalesef çocukluk çok gerilerde kaldı ve artık gelmeyecek. O yüzden büyüklerin ellerini öpüp arkadaşlarla buluşup sohbet, muhabbet etmece.
9         9 -Ölmeden önce yapılacaklar listesine ekleyeceğiniz 3 şey?
Cevap: 1000 kitap okumak. Tuğla gibi kalın bir kitap yazmak. Blogdan milyonlar kazanmak :)
1        10-  Bir uçurumun kenarındasınız tam atlayacaksınız. O an aklınıza bir şey geldi. O gelen şey nedir?
Cevap: Uçurumun kenarına hiç gidemem. Çünkü yükseklik korkum var :)
1        11-  Yerde 50 TL bulsanız ne yaparsınız?
Cevap: Direk cebe atarım gibi bir cevap bekliyorsanız, yanılıyorsunuz. O paradan hayır gelmez. Görmemiş gibi yapar yoluma devam ederim.

Kimi mimlesem diye düşündüm ama. Baktım ki sağım, solum, önüm, arkam herkes mimlenmiş. Uğur tekrar teşekkürler. Sayende zevkli bir yazı oldu.

Foto kaynak:Pixabay.com

Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com



13 Haziran 2016 Pazartesi

Cemal Süreya'nın kötü roman ve kötü şiire bakışı nasıldı?

Cemal Süreya

     Bu yazımızda Cemal Süreya’ya kulak verelim ne dersiniz? İyi roman ya da kötü roman hakkında neler diyor? Cemal Süreya’da bizim gibi kötü olan bir romanı okuyamadığını belirtiyor. Siz bir romanın kötü olduğunu kaç sayfada anlarsınız ya da anlıyorsunuz? Cemal Süreya, on beş ile yirmi sayfada çözermiş bir romanı. Kötü bir romana devam ederek kendine eziyet çektirmez, bırakırmış. Peki Cemal Süreya şiirde de aynı davranışı sergiliyor mu? Yani kötü bir şiirle karşılaşınca romandaki gibi bırakıyor mu kitabı okumayı? Öncelikle şiire bakış açısını anlatayım: Şiir olsun da, ne tür olursa olsun gibi bir anlayışı var Cemal Süreya’nın. İyi şiir kadar kötü şiirde hoşuna gidiyor. Bu kötü şiir diye okumayı bırakmıyor. Romanda yaptığı gibi. Cemal Süreya’nın romana ve şiire bakışı hakkında neler söylemek istersiniz?

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com