Cemal Süreya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cemal Süreya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Sizin hiç babanız öldü mü şiiri kimin?




     Sizin hiç babanız öldü mü şiiri kimin? Baba üzerine yazılmış en dokunaklı şiirlerden biridir. Çok da bilinen bir şiirdir.
   
     Yarışma programlarında ve genel kültür sorularında çokça çıkar. Bu ölümsüz şiirin sahibi Cemal Süreya’dır.

     Tüm şiirlerini sevmesem de bu şiiri sevdiğim birkaç şiirinden biridir.

Cemal Süreya


     Garip akımını seviyorum ben. İkinci Yeni şiir akımını bir türlü sevemedim.

     O nedenle bu türün şiirleri soğuk gelir bana. Ama bu ve bunun gibi bazı şiirler var ki hangi akımdan olursanız olun yakalar sizi.

     Eğer bu şiiri ilk defa okuyacaksınız eminim ki sizi de yakalayacaktır.

     Sizin hiç babanız öldü mü şiiri kimin? Şimdi bu şiiri okumaya ne dersiniz?



Foto kaynak: istanbulgercegi.com

Cemal Süreya'yı hangi şiiriyle tanımıştım?


     Cemal Süreya’yı ilk olarak, “Sizin hiç babanız öldü mü?” şiiriyle tanımıştım. “Benim bir kere öldü kör oldum” dizesini okuduğumda, “Bu nasıl bir dize böyle” demiştim. Sonra sosyal medyada çok paylaşılan, “Hayat kısa kuşlar uçuyor” dizesi de onunmuş. “Bu dize onun muymuş” diye şaşkınlığımı dile getirmiştim.

Cemal Süreya

     Kanallar yılbaşı nedeniyle dizilere ara verdiler ya. Her akşam kanallarda genelde yabancı filmler oluyor. Bir an için dizisiz bir televizyon hayal ettim. Düşünsenize. Hiçbir akşam, bir tane bile dizi yok. Ne yapacaktı o zaman bu kanallar? Şimdiki gibi her akşam yabancı film yayınlayıp dururlardı herhalde. O zaman evdeki annelerimiz ne yapardı dizisiz? Benim için iyi olurdu diye düşünüyorum. İzlemek istediğim yabancı filmler yayınlandıkça izlerdim. Bilgisayardan film izleme alışkanlığım yok. Televizyondan izlemek daha kolay geliyor.

Foto kaynak: https://unsplash.com/photos/F3ig12CrnGo
    


Cemal Süreya, utangaç mıydı?

     Cemal Süreya hakkında bilinmeyen bir özelliğinden bahsedeceğim. Ben okurken şaşırdım. Çünkü şiirlerini okuyanlar bilirler ki Cemal Süreya, son derece cesur şekilde konuşturur kalemini. Kendi ifadesi ile, “Son derece utangaç bir adamım” der. Zaten onu tanıyanlar için bu bilinmez bir şey değildir. Çevresine onun anlatılması istendiğinde, utangaçlığı anlatılmadan geçilmez. Birkaç örnekle bu utangaçlık durumunu somutlaştıralım isterseniz. Verdiğim örnekler birebir kendisinin anlattığı olaylardır. Dükkana gidip, herhangi bir şeyin fiyatını sormaya çekinir. O kadar ki, yanındakilerden yardım alır, onlara sordurur istediği şeyin fiyatını. Şair olmak demek, bu tür utangaçlıkları ortadan kaldırmıyor demek ki. Şairlik ya da yazarlık, içine kapanıkların mı yapabileceği bir iş acaba?

Cemal Süreya, okuduklarım, Cemal Süreya ve utangaçlık

                                          BİR ŞEYİN FİYATINI SORAMAZ
     Cemal Süreya, bir örnek daha veriyor utangaçlığına dair. Bir şeyin fiyatını soramamasının yanında, bir şeyi tartırıp bile alamaz. Kendisi bu durumu, “Bir şeyin yarım kilosunu bile alamam” diye ifade eder. Bazen bende de böyle utangaçlıklar zuhur ediyor. Acaba kendimi bu açıdan şanslı sayabilir miyim? Acaba zaman zaman yaşadığım bu utangaçlık, bende de bir yazarlık yeteneğinin göstergesi olabilir mi? Utangaç olan herkeste yazarlık yeteneği olacak diye bir şey yok tabi. Ama hasbelkader şu kadar yıl yazma peşinde koşan biri olunca, umutlanmadan edemiyor insan. Yazarken utangaçlığının ortadan kalktığını kendisi de dile getiriyor. Yazmak onun için sadece kurtuluş anlamına gelmiyor. Yazmak onun için aynı zamanda, sıkıntı da demek.
                                           HAYIR DİYEMİYOR BİZİM GİBİ
     Utangaçlıkla ilgili yaşadığı bir başka sorunu da, hayır diyememek. Bugün hala, bir çoğumuz hayır diyememekten dert yanmıyor muyuz? Oda bizim gibi bu dertten muzdaripmiş. Aslında böyle isteklere evet demek istemez. Ama gönlünden geçeni diline söyletemez. Böyle olunca da gelen her isteğe, “Evet” der. Herkes bir şey yapılmasını ister. Birken iki, ikiyken üç olur kendisinden yapılması istenenler. Bu seferde başka bir sıkıntı peydah olur kendisinde. “Bu işleri nasıl bitireceğim?” sıkıntısı. Kendisi bir şair. Topluluk önünde rahatça konuşması beklenir değil mi? Hem de kendini çok da iyi bir şekilde ifade edebilmesi. Ama işin özü öyle değildir Cemal Süreya için.

Cemal Süreya, okuduklarım, Cemal Süreya ve utangaçlık

              TOPLULUK ÖNÜNDE KONUŞMAK ZORDUR ONUN İÇİN
     Konuşma gününün yaklaştığı her gün, onun için zorlu bir süreçtir. Uykularında rahat edemez. Rüyalar boş bırakmaz uykularını. Bu rüyalarda kendisine soru sorulduğunu görür. Ama o soruyu bir türlü cevaplayamaz. Öyle kalır. Tek bir kelime edemez. O konuşmanın iptal olması için neler neler düşünmez ki. Yağmurun yağmasını ister önce. Ama sadece bu masum istekle kalmaz. Daha dehşetli şeyler ister. Deprem olmasa gibi mesela. Konuşmanın yapılacağı yere gitmeyi, “Korkunç” olarak niteler. Korkunçluğu tanımlar tam bu sırada. Söze başlamadan önceki 15 dakika, onun için korkunçluktur. Çok konuşmasından dert yanar birde. Normalde konuşkan biri değildir Cemal Süreya.
                                         GEVEZELİĞİNİN SEBEBİ NEDİR?
     Ama son birkaç yıldır, konuşkanlık almış yürümüş kendisinde. Hele ki içki masasında. Konuştukça konuşurmuş. Bu öyle bir konuşma ki hem de. Sadece kendisi konuşurmuş. Bu konuda kendisine de söylenmiş. “Milleti konuşturmuyorsun, hep kendin konuşuyorsun” diye. Bozulmuş böyle denmesine. Özellikle yeni tanıdığı kişilerle konuşurken, çok belli ediyormuş bu durum kendini. Farkına varıyormuş. Kendisini uyarıyormuş kendi kendine. Ama ne fayda. Kendi uyarısını, kendisi dinlemiyormuş. Eskiden konuşmayan biri olarak bilinirken, şimdi nasıl olur da geveze biri haline gelmiştir? Kendisine sorar bu soruyu. “Şımarıklık mı?” diye sorar. Yoksa onun için bu gevezelik, yazmanın yerini mi almıştır? Yoksa yazamamak kendisini böyle mi gösteriyordu? Ya da yaşlılıkta böyle geveze mi olurdu insan? Veya bir yazarın her zaman karşı karşıya kalabileceği işsizlik korkusu muydu bunun sebebi? İşsizlik korkusunun, son olarak kendi gerçeği olduğunu söyler Cemal Süreya.

Foto 1 kaynak : https://www.pexels.com/photo/coffee-notebook-pen-writing-34587/

Foto 2 kaynak: https://www.pexels.com/photo/wood-light-creative-space-68562/



Cemal Süreya: "Toplum acımasız"

     Sanatçıya vefasızlık haberleri, yazılı ve görsel medyada, maalesef her zaman görmeye alıştığımız haberler arasında yer almaktadır. Cemal Süreya, bu konu üzerine  kısa bir deneme kaleme almış.  Ve bu deneme de, Türkçe Bilenin İşi Rast Gider kitabında yayınlanmış. Denemesine Puşkin’in bir sözü ile başlar Cemal Süreya. Puşkin, sanatçılara öldükten sonra değer verilmesi hakkında: “Yalnız ölüleri sevmeyi biliyorlar” diyor toplum için. Evet, Rus toplumu için bu söz doğru olabilir. Ama bizim için, daha bir doğru noktasındadır Cemal Süreya. Hemen de bu durumu bizden örneklendirmelerle de somutlaştırır. Orhan Veli’yi verir, ilk örnek olarak.
cemal süreya

                                              ORHAN VELİ’DEN KEMAL TAHİR’E
     Daha ölümünün birinci haftasında, herkesin Orhan Veli’si olmuştur. İlla bir sanatçının kabullenilmesi için, ölmesi mi lazım? Eğer Türkiye’de yaşayan bir sanatçı iseniz, ölmeniz lazım. Hayattayken bu saygı neden gösterilmez ki? Orhan Veli yaşarken, şiirleriyle dalga geçenler vardı. Orhan Veli’nin yazdıklarını şiir olarak görmeyenler vardı. Ne oldu? Öldü ve Orhan Veli Türkiye’ye mal oldu. Haklı olarak Cemal Süreya soruyor, onun şiirleriyle dalga geçip, onu kabullenmeyenlere, “Bir hafta gibi kısa bir sürede, nasıl da hemen kabullendiniz onu?”. Kemal Tahir verdiği başka bir örnektir. Onun hakkında yazılmayan şey kalmamıştır. Ama bu durum, hiçbir şeyi değiştirmemiştir. Öldüğü gün, karşıtlarının karşıtlıkları da ölmüştür. Yaptığı her şey affedilmiştir Kemal Tahir’in değerlendirmesinde bulunur.
ÖNERİ YAZI: Akşamı yaşamak...
                                                FARKLI BİR ÖRNEK: ECE AYHAN
     Sıradaki örnek Orhan Kemal’dir. Yazarlar üzerinden, toplumun yazarlara vefasını analiz ediyor gibidir. Orhan Kemal’in şimdiye kadar verdiği örnekler gibi olmadığından, toplumun geniş kesimlerince bilinirliğinden bahseder. Ama toplumun bütününün kabullenmesinin, ancak ölümü üzerine olduğunu dile getirir. Ece Ayhan ile ilgili verdiği örnek ise, ilginçtir. Ece Ayhan hastalanır. Herkes ölecek gözüyle bakar. O yüzden toplumun ondan iyi bir şair diye bahsetmeye başladığını söyler. Ama gün gelir, Ece Ayhan düzelir. Bu sefer de yapılan övgülerin, teker teker geri alındığını belirtir. Tüm bunları anlattıktan sonra toplumumuz için, “Acımasız” der. Sizce bu söylemi çok mu sert kaçmış? Yoksa Cemal Süreya, çok yerinde bir değerlendirmede mi bulunmuş?
ÖNERİ YAZI: Yağmur da sevdaya dahildir...

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

Cemal Süreya ve bir günü...

     Gündelik yaşamda Cemal Süreya nasıldı? Neler yapardı? Hiç merak ettiniz mi? Eğer merak ettiyseniz, size bir müjdem var. Bu yazı sayesinde, bu merakınızı giderebileceksiniz. Cemal Süreya günlük hayatını, Gösteri dergisi için yazmış. Derginin 21’inci sayısında. 1982 yılında. Bir gününü yazması zordur aslında onun için. Şair olmanın, bir sanat adamı olmanın etkisi ne kadardır bilinmez ama, günü gününe tutmaz. O yüzden anlatacağı bir günü, onu tam olarak yansıtamayacaktır bize. Bunu belirtir. Hatta geçirdiği bir günü değil de, geçirdiği bir haftayı anlatsa, okurun sorduğu soruya daha iyi bir cevap olabileceği düşüncesindedir. Ama her şeye rağmen, yine de anlatmaya çalışır.
ÖNERİ YAZI: Cemal Süreya: İmza günleri benim işim değil...
                                                   EN VERİMLİ SAATLERİ
     İstanbul’un Kadıköy’ünde oturmaktadır. İstanbul’lu kimliğinden çok, Kadıköy’lü kimliği daha ağır basmaktadır. Kadıköy’lülerin bir özelliğini de anlatır yazısında. Bir mecburiyetleri yoksa, çıkmazlarmış Kadıköy’den. Çünkü o yıllarda Kadıköy, hala bir kasaba gibidir. Ordaki mahalle kültürü, hala yaşamaktadır. Cemal Süreya o yıllarda, oğlu Memo Emrah ile yaşamaktadır. Memo Emrah, on üç yaşındadır. Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri dışındaki günlerde, işe gidişten eve dönme saatine kadar tüm hayatını oğluna göre planlar. Çünkü bu üç gün, oğlu annesinin yanındadır. En verimli saatleri sabahın 4’ü ile 9’u arasındadır. Bu saatlerden de anlaşılacağı gibi, erken saatlerde yatmaktadır. Bu saat dilimlerinde dünyayı bir kenara bırakıp, düşlerinin dünyasına dalarmış.
cemal süreya

                                        HAFTA SONLARINI NASIL GEÇİRİRMİŞ?
     Saat 9 olduğunda yorgunluk bir yandan, uykusuzluk bir yandan, belirtilerini göstermeye başlar. Yarım saatlik bir uyku, onu kendine getirecektir. Tabi uyuyabilirse. Eğer uyuyamazsa, o gün sersemlik çöker üstüne ve gitmek de bilmez. 4 ile 9 saatleri arasında kalkmayı alışkanlık haline getirmiştir. O kadar ki, kalkmayı gerektirecek bir neden olmasa bile, o saatlerde ayaktadır. O saatlerde kendisine çay eşlik eder. Çayı sever. Hatta, on bardağa kadar çay içtiğini bile söyler Cemal Süreya. Oğlunun yanında olmadığı hafta sonları, evde durmaz. Dostlarının kapılarını çalar. Vu bu dost ziyaretlerinin yapıldığı bazı akşamlarda, evinin ışıkları yanmaz. Dostlarının yanında sabahlamayı tercih etmiştir çünkü. Bozulan uyku düzeni nedeniyle, verimli saatleri de değişir.
ÖNERİ YAZI: Cemal Süreya'nın kötü roman ve kötü şiire bakışı nasıldı?
                                                    SİNEMA TUTKUSU
     Öğlenleri yemek yemez. Buna karşılık akşam yemekleri ise bir ziyafettir. Akşam 19:00 ile 20:30 saatleri, eşref saatidir. Bir kadeh şenlendirir bu saatlerini. Gençlik yıllarında sinema, onun için bir tutkuymuş denebilir. Her gün muhakkak bir sinemanın koltuğunda yerini alırmış. Bunun yanında tiyatro da var tabi. Sinema kadar hayatında kendine yer bulamasada.  Ama kahve alışkanlığı devamlıdır. Kahveden kahveye dolaşır. Birbirinden farklı üç kahveye girer çıkar gün boyu. Bu kadar kahve tutkunu olması boşuna değildir. Çünkü hiç de azınsanmayacak sayıda bir çok şiirlerini, kahvede yazmıştır. Bilinenin aksine sessiz, kendiyle baş başayken yazmaz şiirlerini. Aksine bu tip sesli ortamlar, alışkanlık haline gelmiştir onda. Evet, bir şairin günlük yaşamından kesitler böyle. Siz neler düşündünüz yazıyı okuduktan sonra, Cemal Süreya ve günlük yaşamı hakkında?

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

Cemal Süreya'nın kötü roman ve kötü şiire bakışı nasıldı?

Cemal Süreya

     Bu yazımızda Cemal Süreya’ya kulak verelim ne dersiniz? İyi roman ya da kötü roman hakkında neler diyor? Cemal Süreya’da bizim gibi kötü olan bir romanı okuyamadığını belirtiyor. Siz bir romanın kötü olduğunu kaç sayfada anlarsınız ya da anlıyorsunuz? Cemal Süreya, on beş ile yirmi sayfada çözermiş bir romanı. Kötü bir romana devam ederek kendine eziyet çektirmez, bırakırmış. Peki Cemal Süreya şiirde de aynı davranışı sergiliyor mu? Yani kötü bir şiirle karşılaşınca romandaki gibi bırakıyor mu kitabı okumayı? Öncelikle şiire bakış açısını anlatayım: Şiir olsun da, ne tür olursa olsun gibi bir anlayışı var Cemal Süreya’nın. İyi şiir kadar kötü şiirde hoşuna gidiyor. Bu kötü şiir diye okumayı bırakmıyor. Romanda yaptığı gibi. Cemal Süreya’nın romana ve şiire bakışı hakkında neler söylemek istersiniz?

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

Cemal Süreya'nın, Üvercinka ismi nerden aklına geldi?

     Üvercinka ismini ilk duyduğumda çok ilgi çekici gelmişti bana. Ve duyar duymaz da ezberlemiştim. Böyle enteresan isimleri hafızam daha kolay kabullenmiştir. Üvercinka nedir? Üvercinka: Cemal Süreya’nın ilk şiir kitabının adıdır. İyi bir blog yazısı nasıl yazılır başlıklı yazılarda da bu önerilen bir şeydir. Vurucu, ilgi çekici başlıklar atmak. Cemal Süreya bunu Üvercinka ile yapmış. Yıllar geçmesine rağmen hala da aynı etkiyi yarattığını söyleyebilirim. Neden Üvercinka ismini verdiğini bir röportajda açıklıyor. Asım Bezirci’nin röportajı. Bu arada şunu da ek bilgi olarak belirtiyim. Asım Bezirci kendi ismini kullanmıyor. Halis Acarı takma adıyla Cemal Süreya ile bu röportajı gerçekleştiriyor.
Cemal Süreya

                                       ÜVERCİNKA İSMİNİ KOYMANIN İKİ NEDENİ
     İki nedenden dolayı kitabının adını Üvercinka koymuş Cemal Süreya. Birincisi: temsil ettiği şiir akımı nedeniyle. İkincisi: ayrıldığı sevgilisi için. Şimdi isterseniz daha detayına girelim verdiğimiz bu maddelerin. Öncelikle Üvercinka değince size ne çağırıştırıyor. Bana güvercini çağıştırıyor. Cemal Süreya da bundan bahsediyor zaten. Bir de kadın adı diyor Üvercinka için. Ayrıca bir kavram olarak ele alıyor. Yani buradan anlıyoruz ki Cemal Süreya, Üvercinka için üç farklı açıdan bakıyor. Önce bir güvercini andıran bir isim olarak. Sonra bir kadın olarak. En son da bir kavram olarak ele alıyor. Peki bu kavramın içinde neler var? Dayatma var. Aşk var. Ve de barış var.
                                                 KELİMEYİ ZORLAMAK NE DEMEK?
     Neden Üvercinka derken iki neden demiştik. Onları açalım isterseniz. Cemal Süreya, İkinci Yeni’yi yani kendi şiir akımını kelimeyi zorlayan şiir olarak değerlendiriyor. Kelimeyi zorlamak ilgi çekici bir tanımlama. Üvercinka ile Cemal Süreya, şiirini özetleme ve bir parça anlatma peşinde olduğunu söylüyor. Buna bir bakıma okurların ağzına bir parmak bal çalmak da denebilir. İkinci nedeni için ise sadece özel demekle yetiniyor. Edebiyatın böyle bilinmeyen yanlarını öğrenmeyi ve öğrendiklerimi sizlerle paylaşmayı seviyorum. Bu yazımda da Üvercinka üzerine öğrendiklerimi paylaştım. Sizler Üvercinka ismini duydunuz mu? ilk duyduğunuz da ne hissettiniz? Tembellik etmeyip, “Neymiş bu Üvercinka” deyip Google’da arattınız mı?

FOTO KAYNAK:Pixabay.com


BLOG LİNKİ:yasamdanyazilar.blogspot.com

Cemal Süreya: ''Ben şair miyim?''

     Cemal Süreya, şiiri, adeta hayatının kadınını bulmuş, bir erkek gibi anlatıyor. Hem mutluluğun kaynağı,  hem de mutsuzluğun. Ne onunla, ne de onsuz yaşayamıyorum duygusunu geçiriyor bizlere. Ve cümlenin finalini ise şiir için, “Yazgım” diyerek yapıyor. Hayatını sanata, şiire adamasının nedenini açıklıyor bizlere. Büyük bir cesaret örneği gösteriyor. “Yazgım” demesinin alt yapısını da aktarıyor bizlere. Öyle havada bırakmıyor açıklamasını. “İyi bir tahsil hayatı” diyor. Yazgısının eğitim hayatında iyi bir eğitim aldırmasını, şairliğine bir hazırlık olarak görüyor. Diğer şairlere bakarak da kendine pay çıkarmış. O şairlerin arasında kendi gibi şiir yazanları görmemiş. Anlattığı konulara sadece kendisi değiniyormuş şiirlerinde. Böyle görürmüş kendisini.
Cemal Süreya

                                                          “ŞAİR MİYİM?” SORUSU
     Cemal Süreya, bunlardan başka bir şekilde de tanımlıyor şiiri. Normal hayatında, “Mesleğim” diyerek tanımlıyor. Manevi hayatında ise şiire, “Hayatımın özü” payesini veriyor. Cesaretli bir şair oluşunu, kendi şiirine bakışını bizlerle paylaşarak, gizlemeyerek bir kez daha ortaya koyuyor. Kendi şiirine beklenildiği kadar duyarlı olmadığını içtenlikle paylaşıyor okurlarla. Bir şair şiirden korkar mı? “Korktum” diyor. Her yazarın yaşadığı endişeyi dile getirmek için söylüyor bunu. “Yazdıklarım gerçekten bir değer mi?” sorusu kemirir durur yazarı. Bu yüzden, “Şair miyim?” diye sormuş kendine hep. Sorgulamış kendini. “Beceremiyorum” düşüncesi kaplamış benliğini. Matematiği yapamayıp sevmeyen bir öğrenci gibi hissetmiş kendisini şiire karşı.
                                                 BİR DE HAYAT DÜRTÜSÜ VARDIR
     Her şiirini sancılı bir süreçle yazdığını söylüyor. Kolayından şiir yazmak düşmemiş payına. Zorlanma, şiir yazarken devamlı yanında hissettiği bir duygu olmuş, yoldaş olmuş ona. Ve bu yoldaşlık da ilk günden son güne bir vefalı yar gibi takip etmiş onu. Yazmak dürtüsü diyemeyiz sadece ona şiir yazdıran. Bir de hayat dürtüsü vardı onu yazmaya iten. Gördüğünüz gibi salt sanat dürtüsü itmemiş onu şiire. Yaşadığı hayat da ondan istemiş yazmasını. Şiirinin tamamlanmaya yakın duyduğu sevinç tarifsizdir. Her defasında bu sevinci tekrar tekrar yaşamak için yazmıştır şiirlerini. Peki sizler ne için yazarsınız düz yazılarınızı, şiirlerinizi? Cemal Süreya bize açtığı pencereden baktığınızda, bu yazının sonuna geldiğinizde neler hissettiniz?

Foto kaynak:Pixabay.com

Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com


Cemal Süreya: "İmza günleri benim işim değil"


     Biz okurlar olarak kitap fuarlarını, imza günlerini severiz. Çünkü yüzlerce kitapla tanışırız. Çok sevdiğimiz kitapların, hayranı olduğumuz yazarlarıyla tanışırız. Sohbet ederiz. Fotoğraflar çektiririz. Kitaplarını kendi ismimize imzalatırız. Biz okurlar için, bunların hepsi, teker teker çok önemlidir. İleride baktıkça güzel bir şekilde anılacak, hatıralardır. Yıllar geçtikçe, okur ile yazar arasındaki mesafe, çok azaldı. Özellikle bu kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle. Onlarla, sosyal medya üzerinden her an düşüncelerimizi paylaşabiliyoruz. Hepsi iyi, güzel hoş da. Bu işin bir de yazarlar yönü var. Ne demek yani, yazarlar yönü? Sen orda kitabını imzalatıp, bir iki laflayıp gidiyorsun. Ya orda kalan yazar? Onlar, çok da mutlular mı bu durumdan?


Cemal Süreya, imza günleri, kitap, yazarlar

SAÇMA BİR GÖSTERİ
     Mutlu olmayanlardan biri de, Cemal Süreya. “Saçma bir gösteri” olarak tanımlıyor imza günlerini. Peki neden? Gelin, biraz bunu irdeleyelim. Okuduğum yazı itibariyle Cemal Süreya, sayı olarak beş ile altı diyor, katıldığı imza günleri için. Bu imza günlerinin hemen bir değerlendirmesini yapıyor, “Parlak sayılmazdı” diyerek. Sıkıntının zirve yaptığı kitap fuarı olarak, Tüyap’ı gösteriyor. Aslına bakarsanız, temelden karşı Cemal Süreya bu işe. Yayıncı ile okur arasına, yazarın oturtulmasına karşı. Sanıyorum ona göre yazar, bu gibi şeylerde öne sürülmemeli. Yazar, sadece yazmalı. Yayıncı da yayınlamalı. Okur da okumalı. Kısacası, “Bana göre değil” diyor.  Zamanımızda yaşasaydı bu görüşü değişir miydi? Bilemiyorum. Ama sanırım değişmezdi. Ona göre yazar, bu konumda olmamalı.
YAZAR NASIL OLMALI İMAJIYLA İLGİLİ OLABİLİR Mİ?
     Bu tamamen yazarlığın nasıl algıladığınızla ilgili bir durum. Belki de küçüklükten itibaren, yazarlığı nasıl öğrendiğinizle ilgili. Onu ilk başta hayatınızda, nasıl tanımladığınızla ilgili belki de. Cemal Süreya'nın, çocukluk yıllarından itibaren tanıdığı yazarlıkta, belki de imza günleri yoktu. Ya da vardı, azdı. Ya da çevrresinde imza günleri ile ilgili olumsuz bir imaj vardı. Tüm bunlar nedeniyle ya da biri sebebiyle ya da bambaşka bir sebep nedeniyle, imza günlerinden hoşlanmıyor. Günümüz yazarlarından, imza günleri hakkında, olumsuz görüş bildirenler var mı? Sizler biliyor musunuz? Size, imza günleri ne ifade ediyor? Cemal Süreya’nın görüşlerine katılıyor musunuz? Artık sözü size bırakıyorum.

Foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/blur-book-candle-close-up-207700/



Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

Cemal Süreya kitaplığını anlatıyor...

     Merak ettiğim konulardan biri de: Yazarların ve şairlerin, ne kadar kitaba sahip olduklarıdır. Yani kütüphaneleridir. Bir yazar ve şair, hayatı boyunca kaç tane kitap okur? Bu da ikinci merak konumdur. Kitap okumayla, yazarlık arasındaki ilişki hep ilgimi çekmiştir. Bu konuda Samuel Johnson’un bir sözü vardır, çok sevdiğim. “Bir tek kitap yazmak için yarım kitaplık eser okunmalıdır” der. Bu sözü okuyunca, “Acaba büyük büyük yazarlar, ne kadar kitap okumaşlardır?” sorusu, hep zihnimi meşgul edip durmuştur. Cemal Süreya, bu yazımda bizlere yardımcı olacak. Bir şairin kitaplığı nasılmış, anlatacak bize. Her zaman, yazarların ve şairlerin hayatlarından kesitleri okumayı ve paylaşmayı seviyorum. Bizim için somut örnekler oluyorlar.
Cemal Süreya

                                                      “KİTAPLIĞIM BÜYÜK AMA?”
     “Gördüğüm en büyük kişisel kitaplık Hilmi Ziya Ülken’inkiydi herhal. İstanbul’un iki yakasında iki ev tıklım tıklım kitap doluydu: Biri Türkçe, biri yabancı dillerde. Ama, o kitaplık, özellikle de Türkçe bölümü arşiv niteliğindeydi. Aşağı yukarı, yayımlanmış her şey vardı orada. Kendiminkini düşünüyorum. Öğrenimimi bitirip hayata atılalı 20 yıl olmuş. Bu arada 24 ev değiştirmişim. Son iki evde dörder yıl oturduğumu söylersem, varın ortalamayı siz bulun. Kitaplığım büyümüş, küçülmüş (yok bile olmuş), büyümüş, budanmış, yine büyümüş. Semtten semte, kentten kente taşımışım kitaplarımı. Ne var ki, iyi bir kitaplık sayılmaz benimki. Büyük, ama biraz da bunun için iyi sayılmaz.
                                                BİR GÜN İŞE YARAYACAK KİTAPLAR
     Yabancı dil bölümü beni az buçuk yansıtmıyor değil. Türkçe bölümü ise herhangi bir kitapçı dükkanını andırıyor. Para vererek, seçerek almamışım çoğunu. Okuduktan sonra atılması gerekenleri atamamış ya da bununla başa çıkamamışım. Bir bölüğü de (yabancı dildekilerin bazısı da giriyor buraya ) İngiliz anahtarı gibi, testere gibi bekliyor. Aletlerim onlar benim. Bir gün işe yarayacak!” Cemal Süreya çok ev değiştirmesiyle ünlü bir şairimizdir. Burda da değinmiş bu noktaya. Kitaplığı zaman içinde büyüyüp, küçülebilen bir hal almış. Bunca ev değişikliği arasında normal karşılamak gerekir diye düşünüyorum. Kitapçılar o günlere göre değişmiş olabilir mi? Artık klasikler, yeni çıkanlar derken birden fazla seçenek buluyoruz. Olmadı siparişle bir günde getirtiyoruz. Yazıyı size bir soru ile noktalamak istiyorum: “Peki sizin kitaplığınız var mı?”

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

O konuya, Cemal Süreya'dan cevap...

     Bir şair, illa ki yaşadığı şeyleri mi kaleme almalıdır? Biz toplum olarak böyle düşünürüz. Fazla kurmacaya alışık değiliz. Belki de böylesi, bize daha romantik geliyordur. Ne dersiniz? Bir şair, bir konuda yazdıysa, o şey muhakkak başından geçmiştir gibi bir algımız var. Biz okurlar olarak, gerçeklik peşinde koşuyoruz. Gerçeklik, daha çok etkiliyor bizi. O acıları yaşayan birilerinin olduğunu bilmek, daha çok inandırıyor bizi, şiire. Son dönemde, bu durum değişmiş olabilir. Yaşadığımız çağ, başka çağ. Doğal olarak, bu çağa ister istemez ayak uyduruyoruz. Bu çağda bize, “Hayal edin” diye çok nasihat ediliyor. Belki bu nedenle, gerçeklik aramıyoruzdur artık şiirde.
Cemal Süreya

                                              “BAŞINA GELMİŞ Kİ YAZMIŞ” DÜŞÜNCESİ
     Bu konuda Cemal Süreya’dan örnek vermek istiyorum size. Şiirin doruklarındaki bir şairin, bu işe bakış açısı nasılmış, bir de onu görelim istedim. “Sizin hiç babanız öldü mü?” adlı meşhur bir şiiri vardır şairin. Bakalım bu şiirini, babası öldükten sonra mı kaleme almış? Çünkü hepimizin beklentisi bu yönde. “Babası ölmüş olmalı ki, bu şiiri yazmış herhalde” düşüncesi, beynimizde dolaşıp duruyor. Bende böyle düşünüyorum aslında deyip, sözü Cemal Süreya’ya veriyorum: “Babamın ölümünü anımsıyorum; kız kardeşlerim, halam, başkaları, kendilerini yerden yere atıyorlardı. Benim gözümden yaş gelmemesi o günlerde dedikodu konusu bile olmuş. Bir süre sonra, kız kardeşlerim, halam, başkaları, gerçeğe alıştılar. Ama benim içimdeki düğüm çözülmedi.
                                                    GERÇEKLER ÇOK FARKLI OYSA
     Üç yıl sonra Aksaray’da (Sezai’ye anlatmıştım), on üç yıl sonra Beykoz’da gittiğim kahvelerde bir çok kez babamın az ilerdeki masada oturduğunu gördüm. Çayını içiyor, az sonra da kalkıp gidiyordu. Yanılsama, evet. Ama neden bütünüyle işlemiyordu yanılsama? Niçin yanına gitmiyordum? ‘Sizin hiç babanız öldü mü?’ adlı şiirimi babamın ölümü üzerine yazdığımı sananlar var. İlk şiirlerimdendir. Babamın ölümünden dört yıl önce yayınlamıştım onu. ‘Kars’ı da. Kars’ı görmeden yazdım. İşin tuhafı yurda döndüğümde, teftiş göreviyle hemen gönderildiğim yer de Kars oldu.” Hatta fazladan “Kars” şiirinin de Kars’ı görmeden yazıldığını paylaşmış olduk. Siz bunu okuyunca şaşırdınız mı? Açıkçası ben şaşırdım. İnsan babası ölmeden nasıl böyle bir şiiri yazabilir ki? Başta da bu yüzden dedim ya, “Kurmacaya alışık değiliz” diye. Sizin bu konuda ki düşünceniz nelerdir peki?

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

Sevdiğin kadına belki okuyamayacağını bilerek, on üç gün boyunca mektup yazmak...

     Yazarların yazdığı ama, hesapta olmayan kitaplar vardır. Cemal Süreya’nın, On Üç Günün Mektupları kitabı da, hesapta olmayan kitaplar kısmına dahil işte. Eşi Zuhal Hanım’ın tehlikeli ve ağır denebilecek bir ameliyatı vardır. Ameliyattan sonrası da risklidir. Çünkü hayatına felçli olarak devam etme gibi bir olasılık da söz konusudur. İşte böyle bir ortamda Zuhal Hanım ameliyata girer. Ameliyatından hastaneden çıkıncaya kadar, eşine mektup yazar durur. Bu her gün böyle devam eder. Ta ki, eşi hastaneden çıkıncaya kadar. On üç günün sonunda eşi hastaneden çıkmıştır. Ve şükür ki, korkulan hiçbir şey başa gelmemiştir. Eşine yazdığı bu on üç gündeki mektuplar, sonunda kitap olur.
cemal süreya

                                                   GERÇEK ADI BAŞKADIR
     Kitabın adını da, eşi Zuhal Hanım koyar. Eşi de kendisi gibi bir şairdir. Normal mesleği muhasebecilik olsa bile. İkisi de takma adlar kullanırlar. “Takma ad derken? Yani Cemal Süreya da mı takma admış?” sorusunu sorduğunuzu duyar gibiyim. Evet, aynen öyle. Gerçek adı Cemalettin Seber’dir. Eşi ise Elif Sorgun adını kullanmaktadır. Kitap, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmış. Tesadüfe bakın ki, kitabın adı gibi, tam on üç baskıya ulaşmış. On üç gün boyunca mektuplar yazdığı kadınla, tanışma hikayesini de öğrenmek ister misiniz? Bunun için ilk tanıştıkları geceye gitmemiz gerekiyor. Tarihler 1967 yılıdır. Mevsimlerden ilkbahar. Türk Edebiyatçılar Birliği Lokalinin açılış gecesi vesile olur tanışmalarına.
                                                      NASIL TANIŞTILAR?
     Bundan sonrasını isterseniz eşi Zuhal Hanım’dan dinleyelim: “Gece kalabalık ve neşeliydi. Bir ara Cemal Süreya yanıma yaklaştı ve ‘Benimle evlenir misin?’ dedi. Yakınlaşmayı çok iyi bilen biri olduğu için önceleri kaçtım ondan. Daha sonra rastlaşmalarımız, duygusallığımız, nişan yüzüğünü kapalıçarşıda bir çayhanede takmışlığımız, altı ay sonra yıldırım nikahıyla noktalandı. Nikah tanıklarımız: Muzaffer Buyrukçu ile Tevfik Akdağ idi. Ercüment Uçarı da tek konuğumuzdu. Evimizin gecelerini Ülkü Tamer, Gülsen Tuncer, Muzaffer Buyrukçu süslerdi.” O zamanlar dikkat ederseniz yazarlar hep iç içeymiş. Bugün için böyle bir durum göremiyoruz. Belki de zamanın ruhu bunu gerektiriyordur. Böyle başlayan ve evlilikle biten bir tanışma hikayesi. Ardından bir ameliyat. Yazarın sevdiğine olan hislerini mektuplara dökmesi ve ardından gelen bir kitap. Hayatla yazmak iç içe.

Foto kaynak:pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com              

Vakit geçsin diye okumaktan şairliğe...

     Hani bir söz vardır, “Adam olacak çocuk” diye. İşte bunun gibi yazar olacak kişi de, kendini çocukluğundan belli ediyor. Bu yazının kahramanı çocuk, Cemal Süreya. Bugün şiir dendiğinde akla gelen birkaç şairden biridir kendisi. İsmini ilk duyduğum yerlerden biri de, bundan yıllar yıllar önceki bir programdı. Yine başka bir şair, Sunay Akın’ın yaptığı ramazan özel programıydı. Konuklarından biri şarkıcı Yaşar’dı. Diğer konuğunu şimdi hatırlamıyorum geçmiş gün. Konu şiirler ve şairlere gelmişti. O programda Yaşar, Cemal Süreya’nın şiirlerini çok beğendiğini söylemişti. “Boyna ismini duyuyorum. Acaba şiirleri nasıldır?” dediğimi hatırlıyorum. O zamanlar şimdiki gibi akıllı telefonlar nerde. Hemen tıklayıpta şiirlerine bakasın.
kitap okumak

                                                  NE BULURSAM OKURUM ABİ
     İnternet kafeler modaydı o zaman. “Ne zaman internet kafeye gidersem, o zaman bakarım şiirlerine” demiştim. Gittiğimde bakmıştım. İkinci Yeni falan diyordu. O zaman da anlamazdım bu İkinci Yeniden, şimdi de. Ben bir şiiri okurum. Hoşuma giderse gider. Neyse bu yazı çok kişisele döndü. Biz yine Cemal Süreya’ya dönelim. Çoğu yazarda gördüğümüz özellik, kendisinde de var. Eline ne geçerse okuyormuş. Ne için okuyormuş dersiniz. Vakit geçirmek için. Şimdi düşünüyorum da. O zamanlar, akıllı telefon falan olsa. Belki de Cemal Süreya şair olamayacaktı. Şimdi bu internet o kadar vaktimizi alıyor ki. Sanki biz interneti değil de, internet bizi kullanıyor.
                                             BEN YAZAR OLACAĞIM” ÖZGÜVENİ
     Çocukluğunda olur olmaz her şeyi okurmuş. Edebi değeri olmayan şeyler bunlar tabi. Kendisi ne zaman yazmaya başlamış. İşte o zaman gerçek sanat eserlerini, kitap gibi kitapları okumaya başlamış. Gelelim ilk paragrafta bahsettiğim, adam olacak çocuk mevzuna. İlkokul yıllarında yazar olmak istiyormuş. Çok da güveniyormuş kendine. “Kesin yazar olacam ben ilerde” gözüyle bakıyormuş kendisine. Şimdi hangimiz çocukluğumuzda böyle düşündük ki. Hangimiz kendimize böyle bitmek bilmeyen güven duyduk ki. Ben de sizler gibi, yazarların nasıl yazar olmaya karar verdiklerini okumayı seviyorum. Her yazarın başlama hikayeleri farklı olsa da, temelde, yazmaya duydukları iştah ve doğuştan gelen yetenekleri aynı. Şimdi çocukken böyle düşünüyordu dedik ama. Asıl edebiyatla yakından haşır neşir olma dönemi, lise sonmuş. Üniversite yıllarındaysa bu haşır neşirlik durumu pik yapmış. Aslında düşündüm de. Sizlerle her yazarın yazmaya nasıl başladıklarını da paylaşsam, iyi olmaz mı? Neyse bu düşüncemizi de heybemize koyalım, biz yazma yolculuğumuza devam edelim. Peki sizler, bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?

Foto kaynak:pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com