Powered By Blogger

30 Nisan 2017 Pazar

Nusret, reklam firması ile çalıştıysa ne olmuş?

     Nusret deyince, artık tanımayanınız yoktur. Hani şu acayip bir şekilde tuz dökme hareketi olan. Bu hareketiyle dünya gündemine oturan. O kadar ki, İngiltere’de lig maçında bir futbolcu gol atıyor. Onun tuz dökme hareketiyle seviniyor. Neymiş efendim? Adam kendi kendine meşhur olmamış. Eee, ne yapmış? Bir Amerikan reklam firması ile anlaşmış. O firma da dünya çapında reklamını yapmış. Bu reklam için tam 2 milyon dolar vermiş. Ne olmuş yani verdiyse? Adamı buradan küçümsemeye çalışıyorlar. Adama, “Helal olsun” denmeli. Bir reklam anlaşması nasıl yapılır? Para nasıl sokağa atılmaz gösterdiği için. Bu yaptıkları bir reklam kampanyasının bir parçası olabilir. Ne var bunda?

Nusret, reklam kampanyası, güncel
                            
                                   TUZ DÖKME HAREKETİ GÜZEL SADECE
     Nusret, anlaşılan bazı çevreler tarafından küçük düşürülmek isteniyor. Ben buna karşıyım arkadaş. “Nusret’i çok mu sevdiğinden?” diyeceksin. Hayır. Bi tuz dökme hareketini seviyorum. Ama diğer etlerle yaptığı garip garip hareketleri ben de sevmiyorum. Sosyal medyada onlara rastlayınca hemen geçiyorum. Burada önemli olan, adam önüne bir hedef koymuş. Dünya çapında reklamını yapmak istemiş. Bunun için de dünya çapında bir reklam firmasıyla anlaşmış. En akıllıca, en mantıklı olan yolu seçmiş. Yok o mizansenmiş. Yok şöyleymiş, yok böyleymiş. Adam, reklamın gereği neyse onu yapmış. Dünya artık reklamla dönüyor. Reklamın gereği de mizansense, yapacak tabi.
                                   ADAM PROFESYONELLERLE ÇALIŞMIŞ
     Adam reklam firması ile anlaştı, bunları yaptı diye, kötü bir algı oluşturulmaya çalışılıyor sanki. “Hımm, bu adam bunları yaptı, artık bu kaka çocuk, pis çocuk” diyecekler nerdeyse. Artık olaylara gerçekçi bir açıdan bakalım arkadaşlar. Adamın hakkını teslim edelim. Adam harikulade bir reklam kampanyası yaptı. Adamı şimdi dünya tanıyor. Bak, şu da var. Adam hiç reklam kampanyası yapmadan da internetten de meşhur olabilirdi. Bir dünya insan, böyle de adından bahsettiriyor. Ama adam profesyonel düşünmüş. Adam sonuçta bir restoran sahibi. İnternet dünyasını A’dan Z’ye bilecek diye bir şey yok. Baktı ki olmayacak. “Bu işi kim iyi yapıyor abi?” demiş. Gitmiş onları bulmuş. Plan-program yapılmış. Ve harekete geçilmiş. Sonuç olarak Nusret, artık dünya tarafından tanınan biri.

Foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/food-fire-meat-barbecue-69056/


23 Nisan 2017 Pazar

Yaşar Kemal: "Çağımız kahramanlığının babası, Galileo'dur"

Yaşar Kemal, kahramanlık, Galileo, okuduklarım

   Yaşar Kemal, kahramanlar üzerine ne düşünüyor? Bugün, bu konu hakkında, kendi kaleminden çıkmış bir yazıyı okudum. O, Don Kişot’u seviyor. Ona göre bizler, kahramanları tanrılaştırıyormuşuz. Ama tam da bu noktada Don Kişot’un, aklımızda oluşan bu kalıpları yıktığını söylüyor. Çünkü Don Kişot, kahramanları somutlaştırdı. Onların da bizim gibi birileri olduğunu gösterdiğini söylüyor. Böyle düşünüyor diye, onu kahramanlık karşıtı sanmayın. Aksine saygısı vardır. Tüm insanlar gibi. Don Kişot’tan sonra, yazarların kahramanlığa bakış açısında bir farklılaşma olmuş. Kahramanları daha bir insanı şekilde ele almışlar. Ama bizler? Kahramanları yine tanrılaştırmışız. Biz insanoğlu kahramansız duramıyoruz çünkü. O kahramanın peşinden, oradan oraya sürüklenmeyi istiyoruz.
                                       
                                           KAHRAMAN, GALİLEO’DUR
     Yaşar Kemal, kahramanlık hakkındaki düşüncelerini dile getirmeye devam ediyor. Eski çağlara gidiyoruz bu sefer. O çağlardan bu çağda kahraman saydıklarımız yok mu? Olmaz mı? İnsanın olduğu yerde güzellik de vardır, iğrençlikte. Bu güzelliğe örnek Spartaküs verilebilir. Spartaküs köleliğe karşı çıkmış. Hatta bu yolda canını bile vermiş. İşte o Spartaküs’ün, insanlar arasında tanrı bir kahraman olarak değil, canlı-kanlı bir insan kahraman olarak anılacağını söylüyor. Ona göre çağımız kahramanlığının babası Galileo’dur. Neden Galileo peki? Çünkü o düşüncesini ortaya koymuş biri. Çünkü düşüncesi uğruna ölümü göze almış biri. Ama bunu yaptı diye de, Galileo’nun tanrılaştırılmasına karşıdır. Doğal bir davranış olarak görülmesinden yanadır. Çünkü çağımızda insanlık anlayışı böyledir ona göre.
                                           İNSAN OLMANIN İKİ ŞARTI
     İnsan olmanın iki şartı olduğunu öne sürer. Bunlardan birincisi: İnsanın bir düşüncesi olmalı. İkincisi ise: O düşünce için gerekirse ölümü göze alması. Burada bir kez daha vurguluyor, bunun kahramanlık sayılmaması gerektiğini. Doğal bir olay olarak bakılması gerektiği kanısında, ısrarcıdır. Romanlarında, ülkemizdeki yoksulluğa yer verdiğini söylüyor. Bu romanların ilk yayınladığı sıralarda onun için, “Yiğitçe yoksulluktan söz ediyor” diyorlarmış. Ama artık bunun yiğitlikle bir alakası olmadığını söylüyor. Bunun bir yiğtlik, bir kahramanlık değil, ona göre bir ödevdir. Bir yazar, eğer ülkesinin içinde bulunduğu yoksulluktan söz etmezse, o yazarın kınanması gerektiğini dile getiriyor. Hatta daha da ileri giderek, iyi bir insan olmadığının yüzüne söylenmesi gerektiğini vurgular Yaşar Kemal.

Foto Kaynak: https://www.pexels.com/photo/silhouette-man-person-stars-12567/
     

17 Nisan 2017 Pazartesi

Cemal Süreya, utangaç mıydı?

     Cemal Süreya hakkında bilinmeyen bir özelliğinden bahsedeceğim. Ben okurken şaşırdım. Çünkü şiirlerini okuyanlar bilirler ki Cemal Süreya, son derece cesur şekilde konuşturur kalemini. Kendi ifadesi ile, “Son derece utangaç bir adamım” der. Zaten onu tanıyanlar için bu bilinmez bir şey değildir. Çevresine onun anlatılması istendiğinde, utangaçlığı anlatılmadan geçilmez. Birkaç örnekle bu utangaçlık durumunu somutlaştıralım isterseniz. Verdiğim örnekler birebir kendisinin anlattığı olaylardır. Dükkana gidip, herhangi bir şeyin fiyatını sormaya çekinir. O kadar ki, yanındakilerden yardım alır, onlara sordurur istediği şeyin fiyatını. Şair olmak demek, bu tür utangaçlıkları ortadan kaldırmıyor demek ki. Şairlik ya da yazarlık, içine kapanıkların mı yapabileceği bir iş acaba?

Cemal Süreya, okuduklarım, Cemal Süreya ve utangaçlık

                                          BİR ŞEYİN FİYATINI SORAMAZ
     Cemal Süreya, bir örnek daha veriyor utangaçlığına dair. Bir şeyin fiyatını soramamasının yanında, bir şeyi tartırıp bile alamaz. Kendisi bu durumu, “Bir şeyin yarım kilosunu bile alamam” diye ifade eder. Bazen bende de böyle utangaçlıklar zuhur ediyor. Acaba kendimi bu açıdan şanslı sayabilir miyim? Acaba zaman zaman yaşadığım bu utangaçlık, bende de bir yazarlık yeteneğinin göstergesi olabilir mi? Utangaç olan herkeste yazarlık yeteneği olacak diye bir şey yok tabi. Ama hasbelkader şu kadar yıl yazma peşinde koşan biri olunca, umutlanmadan edemiyor insan. Yazarken utangaçlığının ortadan kalktığını kendisi de dile getiriyor. Yazmak onun için sadece kurtuluş anlamına gelmiyor. Yazmak onun için aynı zamanda, sıkıntı da demek.
                                           HAYIR DİYEMİYOR BİZİM GİBİ
     Utangaçlıkla ilgili yaşadığı bir başka sorunu da, hayır diyememek. Bugün hala, bir çoğumuz hayır diyememekten dert yanmıyor muyuz? Oda bizim gibi bu dertten muzdaripmiş. Aslında böyle isteklere evet demek istemez. Ama gönlünden geçeni diline söyletemez. Böyle olunca da gelen her isteğe, “Evet” der. Herkes bir şey yapılmasını ister. Birken iki, ikiyken üç olur kendisinden yapılması istenenler. Bu seferde başka bir sıkıntı peydah olur kendisinde. “Bu işleri nasıl bitireceğim?” sıkıntısı. Kendisi bir şair. Topluluk önünde rahatça konuşması beklenir değil mi? Hem de kendini çok da iyi bir şekilde ifade edebilmesi. Ama işin özü öyle değildir Cemal Süreya için.

Cemal Süreya, okuduklarım, Cemal Süreya ve utangaçlık

              TOPLULUK ÖNÜNDE KONUŞMAK ZORDUR ONUN İÇİN
     Konuşma gününün yaklaştığı her gün, onun için zorlu bir süreçtir. Uykularında rahat edemez. Rüyalar boş bırakmaz uykularını. Bu rüyalarda kendisine soru sorulduğunu görür. Ama o soruyu bir türlü cevaplayamaz. Öyle kalır. Tek bir kelime edemez. O konuşmanın iptal olması için neler neler düşünmez ki. Yağmurun yağmasını ister önce. Ama sadece bu masum istekle kalmaz. Daha dehşetli şeyler ister. Deprem olmasa gibi mesela. Konuşmanın yapılacağı yere gitmeyi, “Korkunç” olarak niteler. Korkunçluğu tanımlar tam bu sırada. Söze başlamadan önceki 15 dakika, onun için korkunçluktur. Çok konuşmasından dert yanar birde. Normalde konuşkan biri değildir Cemal Süreya.
                                         GEVEZELİĞİNİN SEBEBİ NEDİR?
     Ama son birkaç yıldır, konuşkanlık almış yürümüş kendisinde. Hele ki içki masasında. Konuştukça konuşurmuş. Bu öyle bir konuşma ki hem de. Sadece kendisi konuşurmuş. Bu konuda kendisine de söylenmiş. “Milleti konuşturmuyorsun, hep kendin konuşuyorsun” diye. Bozulmuş böyle denmesine. Özellikle yeni tanıdığı kişilerle konuşurken, çok belli ediyormuş bu durum kendini. Farkına varıyormuş. Kendisini uyarıyormuş kendi kendine. Ama ne fayda. Kendi uyarısını, kendisi dinlemiyormuş. Eskiden konuşmayan biri olarak bilinirken, şimdi nasıl olur da geveze biri haline gelmiştir? Kendisine sorar bu soruyu. “Şımarıklık mı?” diye sorar. Yoksa onun için bu gevezelik, yazmanın yerini mi almıştır? Yoksa yazamamak kendisini böyle mi gösteriyordu? Ya da yaşlılıkta böyle geveze mi olurdu insan? Veya bir yazarın her zaman karşı karşıya kalabileceği işsizlik korkusu muydu bunun sebebi? İşsizlik korkusunun, son olarak kendi gerçeği olduğunu söyler Cemal Süreya.

Foto 1 kaynak : https://www.pexels.com/photo/coffee-notebook-pen-writing-34587/

Foto 2 kaynak: https://www.pexels.com/photo/wood-light-creative-space-68562/



9 Nisan 2017 Pazar

Oğuz Atay, insanları neden sevmiyor?

     Oğuz Atay, biz okurlarına mektup yazmış. Bu mektubu okudum. Bugün, yazdığı bu mektubunda, bize nelerden bahsetmiş, onun üzerinde duracağız. Kendisinin yazdığı ilk mektup değil bu. Bunu mektubun girişinden anlıyoruz. Açıklıkla nerede kaldığını unuttuğunu söylüyor. Kalkıp nerede kaldığına bakmak istemiyor, daha önceki yazdıklarından. Çünkü korkuyor. Nerede kalmış olduğuna bakarsa, bize şu anda yazdığı mektubu yazamama korkusu kaplamış içini. Bu nedenle kaldığı yerden değil, o andan başlamış yazmaya.
                                                    FIKRA ANLATIŞI BEĞENİLMEZ
     Mektubun devamında arkadaşlarından bahsediyor. Onlara fıkra anlatışından. Arkadaşları pek beğenmiyormuş fıkra anlatım tarzını. Ama buna rağmen yine de gülerlermiş. Biz okurlarına da sesleniyor. "Bir gün size de kahve içmeye gelirsem, anlatırım" diyor. "Kahve içeriz" dediğine bakmayın siz. Asıl amacının kahve içmek olmadığını, asıl amacının uzun uzun konuşmak olduğunu söylüyor. Oda her dertli insan gibi, dertlerini anlatmak istiyor.

Oğuz Atay, Oğuz Atay mektupları, okuduklarım

                                                             ODA YALNIZ BİRİSİ
     Oğuz Atay, bu sözlerinin ardından asıl konuya geliyor. Asıl konu: Yalnızlık. "Yalnızım" diyor. Dertlerini anlatacağı, yalnızlığını gidereceği arkadaşları vardır. Ama sözde. Bu sözde arkadaşlarından dert yanar. Arkadaşlarının evde oturup, onun dertlerini dinlemediğinden dem vuruyor. Arkadaşları evde oturmaktan yana değillermiş hiç. İlla dışarı çıkmak isterlermiş. Gidilecek yer neresidir peki?
                                                           SEVMEZ MEYHANEYİ
     Meyhane. Ama hoşlanmaz meyhaneden. Kendine göre haklı sebepleri de vardır meyhaneden hoşlanmamasının. Meyhane havası iyi gelmiyor kendisine. Dumanı bir yandan, havasızlığı bir yandan rahatsız eder. Buna da bir de zayıflığını ekleyin. Bu gibi ortamları kaldıracak bir bünyesi yoktur.
                                                     AĞIR DERECEDE MİYOPTUR
     Mektubunda boyu ve kilosuna da yer verir, zayıflığından bahsederken. Bir yetmiş boyundaymış. Kilosu ise, elli ikidir. Bu zayıf bünyesinden dolayı bir yerde düşüp kalmaktan korkar. Dışarıda, meyhanede böyle bir durum yaşamamak için, evinde olmak ister, kendini hemen yatağa atmak için. Gözlerinin sorunundan da bahseder. Kendisi miyoptur. Hem de sekiz derece. Bu öyle bir görme bozukluğu ki. Eğer dışarıda gözlüğü kırılsa, evine bile kendisinin gidemeyeceğini söylüyor.
                                          EVİ, DIŞARI ÇIKMAYA TERCİH EDİYOR
     Dışarı çıkmak ile evde olmak arasındaki durumu kıyaslıyor. Konservesini alıp koltuğa geçer kitabını okurmuş. Tabi bir arkadaşıyla sohbet etmek gibi olmuyor. Ama en azından başına bir şey gelmeyeceğinden emin olduğunu söylüyor. Başına bu dışarı çıkmalardan birinde gelen gelmiş. İşkembecide sızmış. Saatiyle, cüzdanını çalmışlar. Oğuz Atay, İnsanları bu yüzden pek sevemediğini söylüyor son olarak.

Foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/person-holding-fountain-pen-211291/

2 Nisan 2017 Pazar

Aynı kitabı tekrar okumak zevk verdi mi?

                                                   İLK TECRÜBEM
     Aynı kitabı tekrar okumak üzerine bir yazı olacak. Ben daha önce hiç aynı kitabı tekrar okumamıştım. Ama aynı kitabı okumanın büyük bir zevk olacağı inancını taşıyordum. O yaşadığım güzel anları tekrar yaşayacaktım çünkü. Ama yaşadığım ilk tecrübem sonunda durumun, hiç de düşündüğüm gibi olmadığını gördüm. İş aradığım zaman diliminde bir yandan da kütüphaneden kitap alıp, kitap okuyordum.
                                         NAZAN BEKİROĞLU’NUN
                                             TARZINI BEĞENDİM
     Aldığım kitaplardan biri de, Nazan Bekiroğlu’nun Nar Ağacı kitabıydı. Kitap kalın bir kitaptı. Beş yüz küsür sayfa. 150-200 sayfa okumuşken, iş başvurusu yaptığım yerlerden biri, beni görüşmeye çağırdı. Gittim. Görüşme olumlu geçti. İşe başladım. İşe başlayınca, kitap okumaya eskisi gibi fırsat bulamadım. Kitabın da iade zamanı gelmişti. Kitabı tamamlayamadan kütüphaneye geri verdim. Kitabı beğenmiştim. İlk fırsatta yeniden alacaktım.

aynı kitabı tekrar okumak, Nar Ağacı, Nazan Bekiroğlu, okuduklarım
                                            
                                         O KİTAP, NAR AĞACI’YMIŞ
     Aynı kitabı tekrar okumak cümlesindeki kitabın, Nar Ağacı kitabı olacağını nerden bilebilirdim ki. Kitabı kütüphaneden almadım bu sefer. Beni Mustafa Kutlu ile tanıştıran arkadaşım Nagehan’dan aldım. Mustafa Kutlu’nun bir kitabını daha bitirmiş, yeni bir kitap istemiştim ondan. Oda bana, “Nar Ağacı kitabı var. Oda güzeldir. İstersen onu getireyim” dedi. “Harika olur. Bende onu yarıda bırakmıştım. Tekrar okumak istiyordum. Nasıl da denk geldi” dedim bende.
                                                     ÇOK SIKILDIM
     Kitabı heyecanla yeniden okumaya başladım. Ama okumaya başlamamla beraber, sıkılmaya başlamam bir oldu. Çünkü buraları daha önce okumuştum. Her yeri bildiğim yerlerdi. Hemen kitaba da kaldığım yerden başlamak istemedim. O zaman, kitabın ruhundan uzak kalmış olarak devam edecektim. Bana göre, bu kitaptan okurken zevk almak istiyorsam eğer, hikayeyi baştan sona tekrar gözden geçirmem gerekirdi. Hikayedeki bütünlüğü tekrar yakalamam gerekiyordu. 


aynı kitabı tekrar okumak, Nar Ağacı, Nazan Bekiroğlu, okuduklarım
                                
                                       “ZEVKLE OKURUM" DÜŞÜNCESİ
                                                        YANILGIYMIŞ
     Sıkılsam da bu yerleri bir şekilde geçmem gerekti. Sonunda da geçtim. Son bıraktığım yere geldim artık. Şimdi zevk almaya başladım. Demek ki, bir kitabı ne kadar çok sevsem de, yeniden okumaya başladığımda aynı tadı almıyormuşum. Bense bunun tam aksini düşünüyordum. “Bayıla bayıla okurum” diyordum. Yanlış anlaşılmasın. Okuduğum yerleri tekrar okurken, zevk almamamın nedeni ise, asla kitap değil. Kitap bana göre çok güzel. Daha bitirmedim ama şimdiden herkese tavsiye ederim. Aynı kitabı tekrar okumak bana göre değilmiş. Bunu anladım.

Birinci foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/man-in-black-suit-holdin-starbucks-cup-near-book-228799/

İkinci foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/blurred-book-book-pages-literature-46274/