Powered By Blogger

31 Ekim 2014 Cuma

Neymiş bu ebola?..

          Takvimler 1976’yı gösterirken Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde bir virüs ortaya çıktı. İşte o virüs bu sıralarda dünyanın çeşitli yerlerinde can alıyor. O virüsün adı son zamanlarda adını sık duyduğumuz ebola. Dünya basını ebola yerine fearbola demeyi tercih ediyor.

          Ebola, insanlarda ve hayvanlarda kanamalı ateş şeklinde ciddi hastalık formlarına yol açan virüstür. Televizyonlardan da takip ettiğiniz gibi ölümcül bir yapısı vardır. Belki size alınan tedbirler çok abartılı gelebilir. Uçaklardan insanların bir kabin içinde alınıp hastaneye götürülmesi…Hastaneye götüren görevlilerin tepeden tırnağa giyinmeleri ve kendilerini koruma altına almaları gibi. Ama bunlar gerçekten uygulanması gereken tedbirler. Çünkü ebola temas yoluyla çok kolay şekilde bulaşabiliyor. Ve salgın bir başladı mı ölüm oranları %90’lara kadar ulaşabiliyor.

Ebola ne demek?
foto kaynak: unsplash.com



           Ebola ismi nereden geliyor hiç merak ettiniz mi peki? Tıbbi bir terimle hiç ilgisi yok öncelikle onu belirteyim. Ebola adını Kongo’daki bir nehirden aldı. Bilim adamları virüs ortaya çıktıktan sonra uzun araştırmalar yaptılar. Bu virüsün kaynağı konusunda yine de net bir bilgiye ulaşamadılar. Sadece tahminde bulunmak durumunda kaldılar. Ve ortaya virüsün doğal kaynağı olarak enteresan bir bilgi çıktı. İnsanların ölümüne neden olan bu virüse Afrika’daki meyve yarasalarının neden olduğu yönünde bir varsayımda bulundular. Bundan başka bir bilgiye de ulaşamadılar.

            Az önce de belirtmiştim. Ebola virüsü insandan insana temas yoluyla bulaşıyor. Hasta bir kişiyle temas. Kanı ya da salgılarına temas etmeniz durumunda virüs size de bulaşıyor. Hastanın kullandığı eşyalara hastanın salgıları bulaşmışsa siz de o eşyaları kullanırsanız virüs size de bulaşır. Hasta kişi ölse bile bulaşma tehlikesi hala devam ediyor. Gömerken de temas etmeyeceğiz. O şekilde bile bulaşıyor.

            Diyelim bir erkek bu virüsten kurtuldu. Ama hala virüsü bulaştırma tehlikesi devam ediyor. O da şöyle ki: Spermleri yoluyla bulaştırıyor. Tam 7 hafta gibi bir süre dikkat edilmeli. Son bir nokta daha var ona da değinelim. Hastaya bakım gerekiyor. Bu bakımı yapan aile üyeleri, arkadaşları dikkatli olmalı. Salgılarla temas yine bulaşma nedeni. Afrika’dan sonra sırasıyla ABD’de ve Almanya’da virüs görüldü.

             Virüsün gelişme süresi 5 ya da 10 gün arasında değişiyor. Hastalığın belirtileri tipik bir özellik göstermektedir. Ani başlangıçlı yüksek ateş, üşüme, titreme ve en son da bitkinlik virüsün etkisini göstermeye başladığının kanıtıdır. Başka belirtileri de şiddetli baş ağrısı, kas ağrısı, bulantı, kusma, ishal ve karın ağrısı olarak gösterebiliriz.

             Ebolanın ilerleyen safhaları gerçekten çok kötü bir hal alıyor. Göz, burun, kulak ve ağızdan kan geldiğini bir düşünsenize. İşte bu virüs o kadar felaket bir virüs ki vücudunuzun her yerinden kan çıkıyor. Hatta sizi iyileştirmek için takılan serumun iğnesinin açtığı delikten bile kan geliyor. Bu kadar kötü bir hastalık yani.

             Ebola virüsünden korunmak için tıpkı kuş gribinde yaptığımız gibi ellerimizi sabunla yıkamamız gerekiyor. Her zamanki gibi kişisel temizlik ön plana çıkıyor.

25 Ekim 2014 Cumartesi

Otomatik vites araba kullanmak

         Debriyaj olmadan araba kullanmak hayal mi? Hayır. Artık değil. Otomatik vites arabalarla bu mümkün. Otomatik vites arabalarda debriyaj pedalı yok. Sadece gaz ve fren pedalı var. Sağ tarafta gaz, sol tarafta da fren pedalı var. Sağ eliniz özgürlüğünüze kavuşsun istemez misiniz? Vites değiştirme gibi bir derdiniz olmayacak artık. O yüzden direksiyonu daha rahat kontrol edebileceksiniz. Teknoloji işte. Nelere kadir. Devamlı vites değiştirmekle uğraş dur. Artık bu dertler geride kalıyor. Otomatik vites arabalar size yeni özgürlükler sunuyor.

         Buna en çok İstanbul’lular sevinecek gibi. Trafikte devamlı debriyaj-fren-gaz yapmaktan anaları ağlıyor. Eve kadar dur kalk dur kalk. İşte İstanbul trafiğinin özeti bu. Bu otomatik vitesli arabalar da sanki İstanbul için özel üretilmiş. Bu arabalar İstanbul trafiğini kurtarmayacak ama sizi kurtaracak. Yolda yaşadığınız stres, yorgunluk falan. Bunlara bir nebze de olsa çare olacak bir araç bu otomatik vitesli arabalar.

otomatik vites araba kullanmak
foto kaynak: unsplash.com



         Bir de sol bacağınızın ağrıması meselesi var. Trafikten eve döndüğünüzde sol bacağınızda bir ağrı hissediyorsunuz. Nasıl olmasın devamlı dur kalk yapmaktan. Forumlarda biri de bu durum için, ”Sol bacağım kas yaptı” diyor. Herkesin yaşadığı sorun farklı işte. Otomatik vitesli arabalar buna da çözüm oluyorlar. Debriyaj olmadığı için sol ayağınızı kullanmayacaksınız. Sol bacağınız ağrımayacak. Kas yapmayacak artık. Otomatik vitesli arabalarda gaz ve fren pedallarını sağ ayağınız ile kullanıyorsunuz. Sol ayağınıza genelde hiç ihtiyacınız olmayacak. Belki park falan yaparken ihtiyacınız olur. Bu gibi durumlarda kullanıyorsunuz işte.

          Bir de uzun yolculuklar meselesi var. Uzun yolculuklarda da sol ayağımız yine ağrımaya başlar. Debriyaj olmadığı için uzun yolculuklarda sol ayağınız rahat edecek. İşi gereği devamlı uzun yolculuk yapanlar varsa otomatik vitesli arabalar tam size göre. Nasıl ki sağ elinize özgürlük veriyorsa otomatik vitesli arabalar. Sol ayağınıza da özgürlük veriyor. "Ohh be dünya varmış” diyeceksiniz. ”Sol ayağım rahatladı be” diyeceksiniz.

          Yakıt hakkında da birkaç laf edelim. Öncelikle düz vites arabalar göre fazla yaktığı meselesi var. Ama aradaki uçurum hiç kapanmayacak gibi bir uçurum değil. Zaten yeni üretilen otomatik vitesli arabalarda bu fark gittikçe kapanmaya başladı. Üreticiler burada da teknolojinin imkanlarından faydalanıyorlar. İşin içine daha fazla elektronik katmışlar. Daha fazla elektronik ile düz vitesli arabalara göre daha az yakıt kullanımı sağlanıyor. Yakıt konusunda da bir örnek verelim. Olayı somut bir hale getirelim.100 kilometrede düz vitese göre yarım litre de olsa daha az yakıyorlar. Bilmiyorum yarım litre size göre yeterli mi?

          Bir de otomatik vitesli arabaları nasıl çalıştırıyoruz? O konu hakkında da birkaç laf edelim. Ama önce bunun için vites hakkında biraz bilgi vermemiz lazım. Otomatik viteste harfler var. P,D,R ve N harfleri. P araba halindeyken, D ileri gitmek için, R geri gitmek için ve en son N’de boş vites oluyor. Bu arabaların bazı modellerinde 1,2,3 rakamları da oluyor. Bunlar da sabit vitesler. Bir de isterseniz vitesi manuel olarak elle büyütüp küçültüyorsunuz. Bu işlem içinde (+) ve (-)işaretleri kullanılmış.

          Artık arabayı nasıl çalıştırabiliriz konusuna gelebiliriz. Viteslerle ilgili konuyu da belirttiğimize göre. Çalıştırırken ayağımız frende olacak öncelikle. El frenini indiriyoruz sonra. Tamam artık arabayı çalıştırabiliriz. Motorumuzun sesini duyduktan sonra vitesi D’ye getirin. Ayağını frenden çek zaten araç hareket etmeye başlıyor. Ondan sonra gaz, fren kafana göre takılıyorsun. Atla deve değil yani.
        
           Bu arada bu yazı hakkında görüşlerinizi beklerim. Size göre neyi iyi neyi kötü öğrenmek isterim.

23 Ekim 2014 Perşembe

1930'larda çocuk olmak...

          Altan Öymen’in kitabını okumaya başladım. Bir Dönem Bir Çocuk’u. İlk sayfalarında çocukluğunun o tatlı, bitmek tükenmek bilmeyen yanlarını kaleme almış. Kimin çocukluğu olursa olsun. Hep öyle anlatıldığında hepimiz gibi bende kendi çocukluğuma giderim. Ve yine hepimiz gibi o günleri hasrete anarım.

          Evlerine ilk radyo gelişini anlatmış Altan Öymen. Herkesin etrafına toplanıp pür dikkat radyoyu dinlemesini anlatmış. Kendi ailesinin radyo başında çekilmiş resmi olmadığı için temsili bir resim koymuş kitaba. Resimde herkes televizyon izler gibi toplanmış radyo başına. Şimdi bize bu durum ne kadar da sıradan geliyor değil mi? Alt tarafı radyo.

Altan Öymen
foto kaynak: unsplash.com



         İşte burada da dikkat etmemiz gereken bir durum çıkıyor ortaya. Olayları o zamanın şartlarına göre değerlendirme olayı. Şimdi yaşadığımız çağdan o zamanlara baktığımızda hep yanlışa düşüyoruz. Bu radyo örneği ufak bir örnek. Ama yakın tarihimizde ülkemizi derinden etkilemiş olaylara bakarken her zaman o zamanın şartlarını göz önüne alıp değerlendirirsek. Düşünce dünyamızda sağlıklı bir şekil almış olur.

         Radyo şaşkınlığıyla ilgili bir anısını da nakletmiş Altan Öymen. Radyodan sesler gelmeye başladığında annesi, ”Bak bakalım arkasına adam var mı?” demiş. O da bakmış. ”Yok, ses tellerden geliyor” demiş. Biz o durumda olsaydık. Kim bilir nasıl karşılardık radyodan ses gelmesini. Nasıl ilginç tepkiler verirdik.

         Efsane Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’le de tanışmış. Hatta ilerleyen yaşlarında onunla aynı gazetede çalışmış. Mesai arkadaşı olmuşlar. Her zaman aklımda, ”Gür kaşları kalmıştı” diyor Öymen. Bu vesileyle bende farkına vardım. Hiç Hasan Ali Yücel’in resmini görmemiştim. ”İnternetten bakarım” derken hemen bir sonraki sayfada resmini koymuş. Resimden gördüğüm kadarıyla hayattan ne istediğini bilen bir ifade var yüzü ve gözlerinde. Öyle olmasa dillere destan biri olamazdı zaten. Tabi bir de kaşlarına baktım. Gerçekten gürdü.

          Ben kitaplarda resmin fazla kullanılmasının kitap okuma zevkini bozacağını düşünenlerdendim. Ama bu kitabı (Daha 100 sayfasını anca okudum)okumaya başladıktan sonra fikrim değişti. Anlatılan kişilerin resimlerini hemen o sayfada ya da bir sonraki sayfada görmek okumayı aksine daha da zevkli hale getiriyormuş bunu görmüş oldum. Belki bu benim fazla roman okumamdan dolayı da kaynaklanmış olabilir. Romanlarda hep hayal ederiz ya. Yazarın anlattıklarıyla roman kahramanlarını. Ama şimdi hayal etmeye gerek kalmıyor. Çünkü karşılarınızdalar.

           Altan Öymen o hep televizyonlarda gördüğümüz Atatürk katafalkının da önünden geçmiş annesi ve babası ile beraber. O da annesi ile beraber hıçkıra hıçkıra ağlamış. Babası kendisini ağlamamak için zor tutmuş. Yüzü kıpkırmızıymış. Sonradan öğrendiklerine göre gece yarısına kadar halk ziyarete devam etmiş. Ama Atatürk’ü hiç görememiş. Bir ara yanlarından geçiyormuş. Kalabalık bir grupla. Babası, ”Altan bak Atatürk” demiş ama. O kalabalıkta görememiş.

          Bir Dönem Bir Çocuk kitabından okuduğum 100 sayfadan gözüme takılanlar bunlardı. Bu tür kitapların en güzel yanı: Merak edilen o yıllara dair birinci ağızdan bilgiler almak. O yılların yapısına çok az da olsa vakıf olmak. Bence o yılları yaşamış herkes bunları paylaşmalı. O zamanlarda neler olduğunu, nasıl yaşandığını herkes öğrenmeli.

22 Ekim 2014 Çarşamba

Forma çıkarmaya sarı kart...

        Futbolcu gol atmış…Seviniyor…Taraftarına koşuyor sevincini paylaşmak için…Hakem hemen cart sarı kart…Neden?.. Diğer takım taraftarlarını tahrik etmiş…Kitapta öyle yazıyor…Ama gerçekten de tahrik etmiş mi?

        Kimse kimseyi kandırmasın…Hepimiz neyin tahrik olup olmadığını çok iyi biliyoruz…Şunu da biliyoruz ki…Bir oyuncu formasını çıkarmadan da pekala tahrik edici hareketlerde bulunabilir…O zaman burada olay hakemin insiyatifine kalıyor demektir.

forma çıkaran futbolcuya sarı kart
foto kaynak: unsplash.com

      Eğer tahrik yoksa bırak adam sevinsin…Zaten tahrik edecek oyuncu bellidir…Hiç formasını çıkarmayacak bir oyuncu…O an, o kadar dolmuştur ki…Sadece hırsından dolayı formasını çıkarmış olabilir…Sadece gol sevincini yaşamak için…Böyle durumları da mazur görmek gerekmez mi?

Not: Arkadaşlar yazılarım hakkında olumlu ya da olumsuz görüşlerinizi bekliyorum...Şimdiden teşekkürler

21 Ekim 2014 Salı

Erken seçim...

          Olur olmadık yerde muhalefet partilerinin, ”Erken seçim” diye tutturmaları anlamsız olmuyor mu sizce de?.. Tabi ki muhalefet partilerinin erken seçim istemeleri kadar normal bir şey olamaz…Ama bu her zaman da olmaz diye düşünüyorum.

          Şurda seçime ne kalmış ki erken seçim isteniyor…Bırakın zamanında yapılsın…Zaten seçimi erkene almak için de bir neden yok…İktidarın bir uygulamasından memnun olmayıp muhalefet hemen erken seçim istiyor…Böyle olmaz ki…Siz muhalefet partileri niye varsınız?.. Size göre çıkan yasada ya da yapılan uygulamada ne yanlışlık varsa çıkın anlatın bunu halka…İktidar yolu da iyi muhalefet yapmaktan geçmez mi?

erken seçim
foto kaynak: unsplash.com

         Muhalefet partilerimizin yaptıkları bir hatayı da burada anlatmadan geçemeyeceğim…Kendileri muhalefet yapmakla, iktidarın çıkardığı her yasaya iyi de olsa karşı çıkmayı aynı zannediyorlar…Tam da bu nokta da kaybetmeye başlıyorlar…Yaptıkları muhalefetin sırf bu nedenle samimiyetsiz olduğu düşüncesi oluşuyor seçmen tarafında.

         Her zaman erken seçim talebinde bulunmak yerine…Biraz daha sokağa kulak vermek…Daha iyi bir muhalefetin anahtarı gibi gözüküyor…Siz ne dersiniz?

Not: Bu yazı 2014'te yazılmıştır.

Kütüphane...

        Gazetede bir haber gördüm…Habere göre istediğiniz rengi, raf ölçülerini ve kitapları seçiyorsunuz 2 hafta sonra gelip kütüphanenizi kuruyorlar.

        Her zaman kütüphaneli evlere imrenmişimdir…Hani bir de yazarlar olur ya…Evlerinin bir odaları baştan aşağı kitap doludur…Yazarın bir sandalyesi ve masası vardır…Bunun dışında adım atacak yer yoktur ya odada…İşte bu sahneye de çok imrenmişimdir…O yazarın koltuğunda ben de oturmak istemişimdir…Öyle bir odada nefes almak büyük bir hayat enerjisi verirdi bana.

kütüphane
foto kaynak: unsplash.com



       Olayın bir de farklı bir yönü var ki…Ben bir kitabı okuduğumda onunla işim bitmiştir…Yani bir kitabı saklamak gibi bir huyum yok…”Sıradaki kitap gelsin” derim…Hem böyleyim hem de kütüphaneyi severim…Zıt bir duygu çekişmesi olsa gerek.

       Ama bir gün…Anlattığım kütüphaneleri evime kurduracak kadar bir maddi imkanım olursa…Kesinlikle bir kütüphane kurdurmak isterim…Bunaldığımda giderim kütüphaneme…Kitap kokusunu içime çekerim…Bu bile büyük bir moral olur bana.

      Kütüphaneyi sadece dekor için kurduran da varmış…Ama ben buna karşıyım…Bana göre o kütüphanede ne kadar kitap varsa okumuş olmalıyım…Kitaplar süs gibi orada durmamalı.

20 Ekim 2014 Pazartesi

Aspava...

           Bu akşam baktım Aspava’nın üst bölümünde final yazıyor…İçim cız etti…Bu program hemen bitmemeliydi…Güzel ve eğlenceli bir formatı vardı…Biraz daha sabır edilmeliydi diye düşünüyorum.

           Aspava, Osmantan Erkır’ın yeni formatlı bir yarışmasıydı…İzlemeyenler ya da haberi olmayanlar varsa internetten bakabilirler…Her hafta farklı bir konuk geliyor…Yaşam hikayesinden kesitler anlatıyor…Oradaki oyuncular tarafından anında doğaçlama olarak sahneleniyordu…En başta bana olmaz gibi görünmüştü ama izlediğimde nasıl oluyormuş gördüm…Ve de güldüm.

aspava
foto kaynak: unsplash.com



           Emre Kınay’ın katıldığı program çok eğlenceli ve komik geçmişti…Programın sonunda Emre Kınay’da, ”Programa katılmaktan dolayı çok mutlu oldum…Böyle bir deneyim yaşattığın için Osmantan sana da teşekkür ederim” demişti.

           Yayın saatine kurban gitmiş olabilir program…Pazar geceleri 23:45 gibi başlıyordu…Bir komedi programı için sizce uygun bir saat mi?.. Pazartesi sabahı okul var…İş var…Gecenin 02:00’sine kadar kim bekler…Daha uygun bir saat bulunabilirdi.

           Belki bir ihtimal başka bir kanalda tekrar ekrana dönebilir…Onu da önümüzdeki günlerde göreceğiz.

           NOT: Bu arada benim gibi ASPAVA’nın anlamını bilmeyenler olabilir. ALLAH sağlık,para,aşk versin amin açılımı.

Yazar olmak...

        Cevdet Bey ve Oğulları romanında Cevdet Bey’in oğlu Refik köylerin geliştirilmesi ile ilgili bir kitap yazıyordu…Arkadaşlarından biri de, ”Yazar oldun demek” diyordu...Ben de düşündüm sonra…Bir kitap yazmak yeter miydi yazar olmak için?

yazar olmak
foto kaynak: unsplash.com

           Belki kendini yazar havasına sokmuş olursun ama o kadar işte…Övündüğünle kalırsın…Bir kitap yazmakla yazar olunmaz…Yazar dediğinin kitapları olacak en başta…Sadece kitabı değil…Bunun dışında yazarı takip eden bir kitle olacak…Bir okuyucu kitlesi…Tıpkı Elif Şafak gibi…Tıpkı Ahmet Ümit gibi…Ve daha bu değerli yazarlar gibi bir çokları örnek olarak verilebilir.

        Yazar odur ki yeni kitabı çıkacağı zaman yer yerinden oynamalı…Gazeteler, televizyonlar ve internet siteleri ondan bahsetmeli…Röportajdan röportaja koşmalı…Tıpkı az önce ismini zikrettiğim yazarlar gibi.

19 Ekim 2014 Pazar

Yabancı sınırlandırması kaldırılmalı...

         Bunca yıldır Futbol Federasyonu neden yabancı kuralında ısrar ediyor anlamak mümkün değil…Yıllardan beri bu kural var…Türk futbolunun ne halde olduğu belli…Demek ki iş yabancı kuralı ile olmuyor.

yabancı sınırlandırması
foto kaynak: unsplash.com

          Artık Federasyon’un yabancı serbestisi getirme zamanı gelmiştir…Hem de hiç kural olmadan…Basında kriter getirileceği konuşuluyor…Öncelikle ben yabancı serbestisini hiç kriter olmadan yaşama taraftarıyım…Başka ülkeler şu ya da bu şekilde kriter koymuş…Ama kendilerine göre…Biz de bu durumu yaşayalım ki…Nerelerde eksik gedik var görelim…Kriteri ondan sonra koyalım.

GS-FB derbisinin sosyal medyaya yansıması…

           Derbilerin ardından facebook,twitter ve diğer sanal ortamlarda yapılan paylaşımlara dikkati çekmek istiyorum…Bu paylaşımların çoğunda onur kırıcı,yaralayıcı,küçük düşürücü yazılar ve fotoğraflar var…Bunlara çok canım sıkılıyor.
           Elbette ki sevincimizi yaşayacağız…Ama bunu karşı tarafı kırmadan yapmak asıl olan…Ben bir GS taraftarıyım…Dün akşam galip geldiğimiz için sevinçliyim…Ama bu sevincimi asla küçük düşürücü paylaşımlarda bulunarak gölgelemedim…Paylaşılan akıl dolu esprileri ben de beğendim…Paylaştıklarım da oldu.

           Bunu sadece biz GS’lılara söylemiyorum tabi ki…FB’liler de galip geldikleri zaman onlar da aynı hassasiyetleri gözetmeliler…Öyle paylaşımlar görüyorum ki…FB’nin simgesi olan kanarya ile dalga geçmeler…Yok bizim simgemiz olan aslanı şekilden şekle sokmalar…Bunlar tek kelimeyle iğrenç…Birbirlerimizin önem verdikleri değerlerle dalga geçmek bu kadar kolay olmamalı.

18 Ekim 2014 Cumartesi

Masa tenisi...

          Uzun zamandan beri ilk defa masa tenisi oynadım…Hem de Semih’le…Semih’te benim gibi bir zamanlar çok oynarmış…Avmde gezerken gördük…Masalar yeni gelmiş herhalde…Daha önce görmemiştik çünkü.

masa tenisi
foto kaynak: unsplash.com

          Hemen geçtik masanın başına…İlk alışmak için oynadık bi 5 dakika…Sonra 3 maç yaptık…Semih,”turnuvada falan oynadım”diye atıp tutuyordu…Aldım havasını…2-1 yendim…Ama çok yorulduk…Terledik…Hamlamışız.

          Lisede çok oynardım…O zamanki kankilerim Murat ve Suat ile birlikte…Onların ikisi biliyormuş…Ben o zamana kadar hiç oynamamıştım…Onların sayesinde öğrendim…Hep yeniliyordum onlara…Ne de olsa acemiydim…O lise zamanlarını o oyunlarımızı o kadar çok özlüyorum ki.

GS-FB derbisi...

           Akşam GS-FB maçı var ama benim içimde hiç heyecan yok…Akşam yine top oynanmayacak…Futbolcular kavga edecekler…Ya da gergin olacaklar…Gerginlikten doğru dürüst top oynayamayacaklar…Mehmet Demirkol,”Futbolun bayramı”olarak nitelendirir GS ve FB maçlarını…Ama biz bu bayramı yaşayamıyoruz…Bayramdan çok iki kanlı ailenin karşılaşması gibi oluyor bu maçlar…Evet evet aynen öyle…Durumu tam açıklayan cümle:Kan davalı iki aile gibi.

           Bu her zamanki gibi durumlar…Her derbide yaşadığımız şeyler…Bir de milli takım nedeniyle moralimiz bozuk…Futbolumuz acayip bir düşüş içinde…Zaten çok da iyi değildik…Ama iş daha da kötüye gitmeye başladı…Olay bir zamanlar şeref golüne sevindiğimiz günlere dönüş sinyali veriyor…Benim yaşımdakiler bu durumlara alışık değil…Biz hep başarıları gördük…Belki bu yüzden şimdi içinde bulunduğumuz bu durum en çok da beni ve benim yaşımdakileri üzüyor.

          Ben bir GS’lı olarak yazıyorum bunları…Artık ben FB derbilerinde kavgadan bıktım…Hele futbolcuların strese girmesinden ve top oynayamamalarından gına geldi artık…Ben futbol görmek istiyorum artık…”Ne maç oldu”demek istiyorum…Ama hiç umudum yok.

          İşte hep bu nedenlerden dolayı…Akşam derbi olmasına rağmen hiç mi hiç heyecanlı değilim…İçimden derbiyi değerlendiren futbol programlarına bile bakmak gelmiyor…Sizce böyle duygular yaşamakta haksız mıyım?

17 Ekim 2014 Cuma

FB'ye 1 milyon üye...

       FB'nin son uygulaması gerçekten göz kamaştırıcı...Göz kamaştırıcılık daha ilk başta ismi ile başlıyor...FB'ye 1 milyon üye...FB kulübü reklam için kimle çalışıyorsa onları tebrik etmek lazım...İşlerini gerçekten iyi yapıyorlar...Çok çarpıcı bir slogan olduğunu kabul etmeliyiz...FB kurumsallaşma adına ve aynı zamanda sabit gelir oluşturma bakımından tarihi adımlar atıyor.
       Bir taraftar olarak düşünüyorum da...Takımıma üye olmak...Resmi olarak onun bir parçası olmak çok heyecan verici...Üyelikle de kalmıyor FB...Bir de üyelik kartı var...Ben olsam kartımı çıkarıp çıkarıp bakardım..
       Reklam filmi de yine bir reklamcılık başarısı...Zaten sosyal medyada en çok izlenen videolar arasına girmiş...Sosyal medya artık yaptığınız için başarılı olup olmadığına dair bir gösterge haline geldi...Burdan anlaşılyor ki...Reklam filmi FB taraftarından da onay almış...Ben de heyecanla önümüzdeki günlerdeki gelişmeleri izliyor olacağım.
       Son olarak bir GS'lı olarak da kendi kulübümden de böyle çalışmalar beklediğimi belirtmek isterim.

Durakta kitaplık...

         Bu akşam yine sobamızda kestane pişirdik...Daha doğrusu Pınar pişirdi...Ama bu kestaneler daha öncekiler kadar güzel değildi...Çiğdi...O kadar da Pınar'ın sobada pişirmesine rağmen...Kabuğu yanmaktan siyah olmuş...Ama içi çiğ...Herhalde bu da kestanenin pişmeyen çeşidinden.

durakta kitaplık
foto kaynak: unsplash.com

         Nedense bir kaç gündür canım kitap okumak istemiyor...Hem de okuduğum kitabın bitmesine çok çok az kalmışken...Cevdet Bey ve Oğulları'nı bitirmeye çalışıyorum...Kitap hoşuma gitmediği için değil...Ara ara böyle bir sendrom var bende...Bazen de durmadan okumak isterim...Elime ne geçerse.

         İstanbul'da Bağcılar Belediyesi yeni bir uygulama başlatmış...Duraklara kitaplık yapmışlar...İsteyen otobüs gelinceye kadar okuyor...İsteyen okumak için alıyor sonra geri getiriyor...Giden kitaplar geri gelmezse belediye eksilen kitapların yerine yenisini getiriyor...Bunlar güzel şeyler...İnsan bunları duydukça gelecek için ümitleniyor.

İlker Ayrık ile Çarkıfelek olmuyor...

   İlker Ayrık artık çarkıfeleği götüremiyor...Bu durum adeta bağırıyor artık...Olmadık yerlerde olmadık espriler yapıyor...Kimse de gülmüyor...Bu programı en baştan İlker Ayrık'a yaptırmak hataydı...Çünkü bu program Mehmet Ali Erbil ile özdeşleşmiş artık...Herkes İlker Ayrık ile Mehmet Ali Erbil'i kıyasladı...Sonuçta İlker Ayrık bu kıyaslamadan çıkamadı.
  Bunun gibi bir durum daha vardı...Var Mısın Yok Musun...Acun'dan sonra kim sunduysa tutunamadı...Çünkü o programda Acun ile özdeşleşmişti...Programla sunucunun birlikte anıldığı bir programı başkasına sundurmak risktir...Ve gördük ki kimse de başarılı olamadı.
  Aynı durum İlker Ayrık için de geçerli...Şimdi Ben Bilmem Eşim Biliri başkası sunmaya kalksa emin olun o da tutmaz...Çünkü o da İlker Ayrık ile özdeşleşmiş...Kanal baktı ki çarkıfelek ile olmayacak tekrar döndüler Ben Bilmem Eşim Bilir'e...Zararın neresinden dönersen kardır demişler.
  Çarkıfelek'in reytingleri şu an çok da iyi değil...Kısa süre içerisinde programın yayından kaldırılacağını düşünüyorum...Yine kanal yönetimi Arka Sokaklar'a dönecektir.
  Aslında en başından İlker Ayrık'ın bu teklife,"Hayır"demesini beklerdim...Böyle bir durumu önceden öngörmeliydi..

Buz Devri 4...

     Sabah bir uyandım...Saate baktım...Saat 11:00 olmuş...Bu saat olmuş Pınar hala yatıyor..."Hayırdır" dedim anneme...Yine migren atağı tutmuş...İşe gidememiş.

     Öğlenleyin TRT 1'de Böyle Bitmesin dizisine baktık...Yine harika bir bölümdü...Bu bölümde konuk oyuncu olarak Var Mısın Yok Musun'daki Hakan oynuyordu...Oyunculuğu da kotarmış gördüm...Bir ara Amerikan dizisi izliyorum sandım...Özellikle Komiser Nisa karakterine hayran oldum...O kadar yapmacıksız ve içten oynuyor ki...Hatta oynamıyor...Sanki gerçek hayatta da kişiliği buymuş gibi.

Buz Devri
foto kaynak: unsplash.com

     Turkcell reklamlarıyla fark yaratıyor...Spartaküs reklamı bir harikaydı...İnternette film izlerken yaşadığımız duraksamalar falan ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.

     Sonra Hakan Altun'lu reklam filmi...Hakan Altun'un Telefon şarkısı slov bir şarkı...O şarkıyla reklam filminde aynı anda bir mizah ortaya konmuş...Çocuk elbise dolabını açıyor...Dolapta Hakan Altun... Müzisyenlerle beraber şarkı söylüyor...Ve bunu gibi bir kaç sahne daha.

     Ve akşam TRT 1'deydik yine...TV'de ilk kez yayınlanan Buz Devri 4 için...Ama hiç beklediğim gibi değildi...Nerede daha önceki o 3 muhteşem film...Nerede bu...Benim için büyük bir hayal kırıklığı oldu.

     Gün içinde kafayı, "Hayatta nasıl yaşamalı?" sorusuna taktım...Hayatı olduğu gibi karşılamaya karar verdim...Yaşadığım hayattan tat alamama gibi bir durumum vardı...Artık devamlı kendime, "Hayattan niye tat alamıyorum?" diye sormayacağım...Şimdiki hayatımla mutlu olmaya çalışacağım.

   NOT: Arkadaşlar yazılarım hakkında görüşlerini bekliyorum ve önemsiyorum.


15 Ekim 2014 Çarşamba

Rusya...

    Rusya dünyada ikinci bir güç olabilir mi?..Şimdilik hayır olarak verebiliriz cevabı...Ama Putin'in bunun için çabaları var...Bir şeyleri bekliyor gibi...Daha tam olarak eli kuvvetli değil galiba.
    Bir de şu var ki Rusya'nın yükselişi Putin ile oldu...Gün gelip Putin olmadığında Rusya'nın hali ne olacak?..Rusya'da Putin gibi ikinci bir adam yok.

Hayatta ne yapmalı?..

   Pınar, ilaçlarını yazdırmak için sağlık ocağına gitti...İşyerinden izin almış.. "Geç geleceğini" söylemiş...Sağlık ocağından geldi...Yumurta kızarttı...Tabi yanına da çay...Çay da güzel olmuş hani...Tavşan kanı derler ya ondan...Aynen öyle...Nedense her zaman bu tadı tutturamıyoruz.

   Pınar'da benim gibi Nilgün Belgün'ü açmış...Gözlerimi açtığımda...Programda herkes toplu olarak zumba dedikleri dansı yapıyorlardı...Daha doğrusu yapmaya çalışıyorlardı...Programlarımızda yapılan toplu danslar biraz acayip geliyor bana.


   Cevdet Bey ve Oğulları kitabını okumaya devam ettim...Artık son 40 sayfam...Kitabın ana konusu, "Hayatta ne yapmalı?" sorusu üzerine kurulmuş...Tüm karakterlerin ayrı ayrı bu soruyu kendilerine sorduklarını görüyorsunuz...Bu soruyu hala biz de kendimize sormuyor muyuz?

   Çarşıya çıkmıştım...Karnım da açtı...Girdim dönerciye...Yanında vazgeçilmez içeceği ayranla beraber dönerimi yedim...Hele bir de ateşte iyice kızarmış tarafları geliyor ya...Muhteşem...Üç öğün önüme döner konsa yerim heralde...O kadar seviyorum döneri.

   Bu akşam Koca Kafalar harikaydı ya...Bazen hiç komik olmuyor...Bazen de komedi üst seviye de oluyor...Simit satışının yasaklanmasını konu edinmişler...Gülmekten öldüm...

   Biri adamın yanına yaklaşıyor, "Abi yuvarlak, ortası delik bir şey ister misin?" diyor... "Sapık mıdır nedir...Git işine kardeşim" diyor diğer adam...Simitçi adamı sığınağına götürüp simit satıyor...Birde milletvekillerinin kürsüde hava durumundan, bel ağrılarından bahsettikleri bölüm vardı...Oda çok komikti.

Foto kaynak: Pixabay.com

Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

14 Ekim 2014 Salı

Niran Ünsal haklı mı?..

      Sabah 11:00'de uyandım...Her zaman yaptığım gibi ilk televizyonu açtım...Kanalları gezdim...Fox'ta durdum...Nilgün Belgün'ün programı vardı...Bu haftanın burçlar için nasıl geçeceği anlatılıyordu..."Bari bu dinleyeyim" diye bıraktım...Tam aslan burcuna geldi...Nilgün Belgün, "Biraz dedikodu yapalım" demez mi...Denemişim hep böyle oluyor...Hangi program olursa olsun tam aslana sıra geliyor...Ya reklama giriyorlar...Ya da başka bir şey oluyor...Burcumu dinleyemiyorum.

      Sonradan, "İyi ki de magazine geçmişler" diyeceğimi nerden bilebilirdim ki.

Niran Ünsal
foto kaynak: unsplash.com

      Programda magazinden sorumlu kişi İpek Durkal... O, konuları seçiyor...Yorumluyor...Yorumlatıyor...Konulara çok hakim...Gerçekçi, sıradan olmayan ve orijinal yorumları var...Tek kelime ile İpek Durkal'a hayran kaldım...İşini iyi yapan, severek yapan insanların enerjisi var İpek Durkal'da...Bu yönden Durkal'a imrendim.

      Tartıştıkları konulardan bir tanesi...Bir programda Duygu Çetinkaya ile Niran Ünsal ağız dalaşı yapmışlar...Kim haklı, kim haksız onun tartışması yapıldı...Duygu Çetinkaya kim?...Ben ilk defa duydum...Ne yapmış?.. Ne etmiş?.. Doğru dürüst bir şey yapmış olsa zaten duyardım...İşte bu kız Niran Ünsal ile tartışmış...Olay bu.

      Az önce İpek Durkal'ı övdüm ama...Şunu da söylemeden edemeyeceğim...Tartışma neden başlamış...Onu söylemedi...Tartışmanın başlangıç anını ekrana getirmedi...Birbirlerine atıştıkları görüntüler var sadece...Kim haklı, kim haksız tartışması yapacaksak...Bunlar önemli...Her şeyi bilelim ki...Ona göre adaletli yorum yapalım...Sadece izlediğimiz görüntülere yorum yaparsak...Duygu Çetinkaya'nın büyüğüne böyle davranması yanlış diyebiliriz...Ama bu da eksik bir yorum olur.

Bu çağın çocukları...

     Fındık kabuğu almak için dışarı çıkmıştım...Baktım Gülizar Ablam her zamanki yerinde...Evinin önünde oturuyor...Kocası Hayri Abi de yine her zamanki gibi bir aşağı bir yukarı geziniyor...Karşı komşumuzun her zamanki...Artık klasikleşmiş halleri bunlar.

     Gülizar Abla hemen bana laf attı...Sadece bana değil...Yoldan geçen herkese laf atar...Hal hatır sorar...Muhabbet ister canı...Öyle bir kişiliği var.

     Bana, "Fatih" diye seslendi...Buradakiler bir türlü benim adımı öğrenemediler...Hep, "Fatih" diyorlar bana...Artık alıştığım için hiç düzeltme gereği de duymadım.

Çağımızın çocukları
foto kaynak: unsplash.com

     Bunu bir oğlu var...Cengiz...Bunun kredi kartını almış...400 lira çekmiş bankadan...Atmış cebe...Onu anlatıyor bana...Hayri Abi de hemen lafa karıştı..."Suç sende...Niye kredi kartı alıyorsun?" dedi...Sonra döndü bana, "Hadi bu kadın cahil...Okuma yazması yok...Banka nasıl verir bu kartı? "dedi.

     "Bankalar" dedim..."Kim olursan ol verirler...Onlar alacakları paraya bakarlar"..."Ama olmaz ki" dedi Hayri Abi.

     Tartışmaya son noktayı Hayri Abi koydu...Yaşadığımız çağda...Anne-baba ve çocuk ilişkilerinin geldiği son noktayı ortaya koydu..."Bizim çocuklar...Bizi yoluyorlar" dedi.

     Biz Hayri Abi ile bunları konuşurken...Gülizar Abla yine, yoldan geçenlere laf atıyordu...Selma Abla elinde poşet...Çöp atmaya gelmiş...Gülizar Abla bu sefer de onu yakalamış..."Ne var ne yok çocuklar ne yapıyorlar? "dedi..."Çocuklar gececi...Evde yatıyorlar" dedi Selma Abla...Ben içeri girerken en son Gülizar Ablanın, "Hakları tabi...Yatacaklar" diye hala konuşmaya devam ediyordu.

13 Ekim 2014 Pazartesi

Hayatın verdiği işaretler...

      Dünden devam edelim yazımıza...Ali'yle sarıldık...Askerden sonra ilk defa görüyordum Ali'yi...Ve de Düzce'de...Olmayacak gibi bir şeydi bu.

      Yeni kiraladıkları evde spot lambasının duyu gibi bir parça eksikmiş...O parçayı bulmak için önce nişanlısı Derya'nın, "Neredeyse evin bütün mutfak eşyasını burdan aldım" dediği...Gaziantep Caddesinin girişindeki yeni açılmış bir milyoncuya gittik...Ama kapalıydı..."O zaman sizi Tahtakaleye götüreyim" dedim.

hayatın bize verdiği işaretler
foto kaynak: 

       Gaziantep Caddesinden yürümeye başladık...Ben de bu arada onlara rehberlik yaptım..."Burası Gaziantep Caddesi...Düzce'nin en büyük ikinci caddesi" dedim...Nedendir bilmem...Birilerine böyle tanıtım yaparken büyük zevk duyuyorum...Bu durum tur rehberi olmam için bir işaret olmasın...Hani derler ya..."Hayatın işaretlerini takip etmelisin" diye.

       Hissediyorum...Bir şeye yeteneğim var...Ve o yeteneğimi fark ettiğimde ve yapmaya başladığımda çok mutlu olacağım...Ama bir türlü bulamadım işte.

12 Ekim 2014 Pazar

Kime niyet, kime kısmet...

       Düzce'ye Semih ve Bilal ile görüşmeye gitmiştim...Ama nerden bilebilirdim ki Ali Bozdemir ile buluşacağımı...Hayat işte...Sürprizlerle dolu.

       Otobüsten indim...Gittim avmnin önüne oturdum...Bizimkileri bekliyorum...Birden telefonum çaldı..."Heralde bizimkilerdir" dedim...Bir baktım ki ekranda Ali Bozdemir yazıyor.

       "Şu anda Düzce'deyim" demez mi...İlk anda ne yapacağıma karar veremedim...Yine fobim depreşti...Bizimkilerle buluştuktan sonra durumu açıklar sonra Ali'yle buluşurum diye düşündüm...Telefonu öyle kapattık.


askerlik arkadaşıyla buluşma
foto kaynak: unsplash.com

       Baktım bizimkiler gelmiyor..."Hem de çocuk buralara kadar gelmişken görüşmemek olmaz" diye düşündüm...Bizimkiler geldiklerinde beni bulamayacaklardı..."Nerdesin" diye aradıklarında "Durumu açıklarım" diye düşündüm...Aynen de öyle oldu...Aradım Ali'yi...Buluştuk.

       Askerden sonra ilk defa Ali ile görüştük...Askerlik biteli 6 ay oldu...6 aydan sonra ilk kez...Sarıldık...Ali Bozdemir karşımda...Düzce'deydi...Benim memleketimde...Askerdeyken böyle bir şey olacağını söyleseler inanmazdım.

       Ali'yi zayıflamış gördüm...Bu arada gözlüklenmiş...Askerdeyken maç izlerken takıyordu gözlüğünü...Şimdi devamlı takmaya başlamış...Astigmat varmış onda da...Bir kulağında da küpesi vardı...Saçları askerdekinden biraz büyüktü...Kirli sakal bırakmış...Tam dört dörtlüktü yani...İşte ben böyle bir tarzımı bulamadım.

       Ben hep geriden geliyorum zaten...Hep arkadaşlarım önce ilkleri yaparlar...Ben onları takip ederim.

       Not: Daha sonra neler oldu anlatmaya devam edeceğim.

11 Ekim 2014 Cumartesi

Yağmur...

        Yağmur üzerine yazdığım kaçıncı yazı bilmiyorum...Ama yazdığım son yazı olmayacak bunu biliyorum.

         Pencereden yağan yağmura bakıp izlemek...Ruhuma huzur veriyor...Köyümüzdeki evimizde yer yer saç vardı...Yağmur yağmaya başlayınca saça vuran damlalar ses çıkartırlardı...O sesi duymak çok hoşuma giderdi...Şimdiki evimiz beton ve üzeri kiremit...Yağmur damlalarının sesi gelmiyor kulağıma.

yağmur üzerine yazı
foto kaynak: unsplash.com

         Bir de yağmur hani dolu dizgin yağar ya...Elinde şemsiye...Yağmur damlaları ardı ardına vurur ya şemsiyeye...Hem yağmurun tam ortasındasındır hem de yağmurdan ıslanmazsın...İşte bir de bu hoşuma gider.
         Not: Bu yazımı 16.03.2013 tarihinde kaleme almışım...Arada böyle eski yazılarıma bakmak iyi geliyor...Hem bu aralar ülke olarak yaşanan olaylardan moralimiz bozuk...Hiç olmazsa biraz bunlardan sıyrılıp nefes alalım istedim.