Powered By Blogger

29 Kasım 2017 Çarşamba

Çocukluğumun kandil akşamları...

Mevlid kandili

     Çocukken kandil günleri camiye giderdik. Cami dolu olurdu. Tıpkı Cuma namazı gibi. Cami bir cuma namazında dolu olurdu çünkü. Ha bir de bayram namazlarında. Camiye hevesle giderdik. Şimdi bazıları çocukları camiden kovuyorlarmış. O çocukların gönüllerini nasıl kırdıklarının farkında olmadan. Sonra çocuk camiden soğuyor. Soğur tabi. Neyse işte. Kandil günleri camiden çıkışımızda kapıda lokum dağıtılırdı. Herhangi biri hayrına dağıtırdı. Camide de şerbet ya da küçük poşette şeker dağıtılırdı. Bazen renkli olurdu o şekerler. Sarı, kırmızı, yeşil. Kimi zamanda şekerler kahverenginde olurdu. Ama üstlerinde susam olurdu. Böyle kandil akşamları, hep o çocukluğumun güzel kandil akşamları gelir aklıma. Hepimizin mevlid kandili mübarek olsun.

Foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/ancient-arch-architecture-background-532728/

28 Kasım 2017 Salı

Eyvah Eyvah serisini seviyorum abi...

     Bu akşam Show tvde Eyvah Eyvah vardı. Ben bu Eyvah Eyvah serisini seviyorum ya. Üç bölümünü de seviyorum. Orada Ata Demirer ile Demet Akbağ birlikteliği hoşuma gidiyor. İki insanın enerjilerinin birbirine uyması zordur. Kolay yakalanmaz böyle bir bağ. Ama bu seride yakalandı işte. Daha sonra Niyazi Dört Nala filminde de beraber oynadılar.

Eyvah Eyvah

     Ama onda hiç uyumlu değillerdi. Gerçi filmde güzel değildi orada. O yüzden ne zaman Eyvah Eyvah serisine denk gelsem izlerim. Özellikle bir şey olmadığı akşamlar. Bu akşamda, o televizyonda bir şey olmayan akşamlardandı. Maceranın ilk bölümü vardı bu akşam. Efsane yeniden başlıyordu. Yeniden bu hikayenin başlangıcına tanıklık etmek istedim.

     İzlerken sıkılmıyorum. Bilmem kaçıncı izleyişimdi bu. Hep de Show tv yayınlıyor nedense. İki haftada bir yayınlıyor oda. Ne yapsın Show tv? Onun da bir Eyvah Eyvah’ı var. Birde Güldür Güldür Show’u. Dediğim gibi ben bu durumdan şikayetçi değilim. İzlenecek bir şey olmadığında alternatif oluyorlar bana. 

Foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/cinematography-film-negative-vintage-603580/

27 Kasım 2017 Pazartesi

Haber izlerken boğuluyorum sandım...


     Bu akşam işten geldim. Bizimkiler Show tvyi açmışlar. Haberlere bakıyorlar. Bende geçtim koltuğa. Açtım telefonumu, nette takılıyorum. Bir yandan da haberlere bakıyorum. Ben izlemeye başladıktan sonra tam üç haber yayınladılar. Üçü de birbirinden iç karartıcı. Ya zaten iş yerinde yorulmuşum, stres yaşamışım. Birde üstüne bu haberler. Boğuluyorum sandım.

haber izlemek

     İnsanı hayattan soğutur bu haberler. “Hay sizin yapacağınız habere. Moral falan bırakmadınız” diyerek kanalı değiştirdim. Birde son haber, özel habermiş. Bak bak. İç karartıcı haberin özel haberi nasıl oluyorsa? Yok, o bunu bıçaklamış. Yok, bu onu yakmaya çalışmış. Fenalık geldi bana. Bu ne abi? Show haberi sunun Julide Ateş’i merak ediyorum. Acaba haberler bittikten sonra nasıl bir ruh hali içerisinde oluyor?

Foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/antique-birch-classic-daylight-174637/

26 Kasım 2017 Pazar

MİM: Güne nasıl başlıyorum?

     Ece Evren sağ olsun beni, güne nasıl başlıyorum diyerek mimlemiş. Onun yazısı şurada. Çalışanlar için güne başlamak klasikleşmiş bir hal alıyor aslında. Ben güne geceden başlıyorum. Yatmadan önce bloğuma ve sosyal medyaya bakıyorum. Sonra alarmımı saat 07:20’ye ayarlıyorum. Benim için gün 07:20’de alarmın çalması ile başlar. Çoğunlukla alarm çalışınca bir iki gerinir kalkarım.

     Ama bazı zamanlar, özellikle geç yattığım geceler alarmı bir 10 dakika erteliyorum. Kalkarken de, “Bu akşam geleyim erkenden yatacağım” diyorum. Ama nerde? Yine geç yatıyorum. Yorganın içi sıcak, dışarısı soğuk. “Bu ne soğuk lan” deyip giyiniyorum. En geç saat 08:00’de evden çıkmış olmam gerekir. Çünkü 08:05 geçe servis geliyor.
MİM: Güne nasıl başlıyorum?

     Bazı zamanlar 08:03 geçe çıktığım oluyor. Tabi o zaman da biraz hızlı bir tempoda yürümem gerekiyor. Hatta biraz da koşmam. Sabah sabah spor yapmış oluyorum yani. 08:30 ile 08:35 arası işyerinde oluruz. Bir bardak çay ve bir tane de simit, sabah kahvaltımı oluşturur. Biraz da lak lak yaparız. 09:00’a 10 kala yukarı çıkarız.

     Bilgisayarları ve programları açarız. Ve saat tam 09:00 olmuştur. Artık çalışma vaktidir. Ve benim için bir gün daha başlamış olur. Mesela yarın da bu dediklerim olacak. Ama yarın pazartesi. Bu dediklerimin yanına siz birde pazartesi sendromunu ekleyiverin. 

Foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/blur-boy-bright-city-433398/

25 Kasım 2017 Cumartesi

Bir çuval kitapla ne işim vardı?

     Lise arkadaşım Yaşar, çalışmak için yurtdışına gitmişti. Ülkeye döneceğine yakın, benden bir ricada bulundu. Gelirken kendisine ağırlık yapmaması adına, önden kitapları bana gönderip gönderemeyeceğini sordu. Bende, “Tabi ki” dedim. Bir çuval kitap çalıştığım yere geldi. Sağolsun bizim bakkal Murat Abi var. Kitapları onun dükkana bıraktım.

     Bu hafta sonu iki gün tatilim vardı. Kitapları sahibine teslim etmek için güzel bir fırsattı. Çuval biraz ağır olduğu için elde taşınmıyordu. Bende yüklendim sırtıma. Hedef Yaşar’ın yeni açtığı ofisti. Kendisi elektrik projeleri çizer bu arada. Ben elektriği sevemedim. Okul bitti, benim için elektrik de bitmiş oldu. Ama o bırakmadı. Şimdi hayatını proje çizimlerinden kazanıyor.

kitap
Otobüste çektim bunu. O meşhur çuval bu işte 😊

     Ofisinde teker teker kitapları çıkarttı çuvaldan. Okuduklarını, yarıda bıraktıklarını ve hiç başlayamadıklarını. Çuvaldan her çıkarttığı kitap hakkında bilgi verdi. Bende ona, “Bunu okudum”, “Bunu duydum ama okumadım” diye eşlik ettim. Kitap üzerine muhabbetler her zaman tatlı olmuştur zaten.

     Kitaplar arasında ona tavsiye ettiğim Cengiz Erşahin’in Sır adlı kişisel gelişimi kitabı da vardı. O kitabı Bilecik’e giderken almıştım dinlenme tesisinde. “Hey gidi günler hey” dedim. Bundan kaç yıl önce. Daha okumamış. “Bunu muhakkak oku” dedim. Zira görüşünü merak ediyorum.

23 Kasım 2017 Perşembe

Bloğumu kimseyle paylaşamam...

     Bloğunun popüler hale gelebilmesinin yollarından biri olarak konuk yazarlık önerirler. Ya çok popüler bir bloğa konuk yazar olacaksın ya da bloğuna birini konuk yazar ya da misafir yazar olarak kabul edeceksin. Ben ikisine de karşıyım. İlk önce konuk yazarlık meselesini ele alalım. Ben, kişisel bir blog yazarıyım. Yani belli bir konu üzerine yazmıyorum. 

Blog

     Yazdıklarım tamamen benim içimden geçenler. Kimi zaman da argo da yazabiliyorum. O yüzden benim üslubum konuk olduğum kişinin üslubuyla uyuşmayabilir. Konuk olacağım blog, kişisel blog olsa bile. Peki kendi bloğuma başkasının bir yazı yazmasını ister miyim? İstemem. Çünkü ben bloğumu kimseyle paylaşamam.

     Yanlış anlaşılmasın. Bencillikten dolayı değil. Ya da kimsenin yazısını benim bloğuma uygun görmediğimden değil. Benden çok daha iyi yazanlar var. Ki onları da takip ediyorum zaten. Burada anlatmak istediğim büyüyü bozmamak. Bloğumda sadece benim cümlelerim var. Hepsi bana ait. Bir başkasının duygu dünyasının eklenmesini istemem. 


Foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/iphone-notebook-pen-working-34123/

15 Kasım 2017 Çarşamba

Sevgili günlük #6...

     Sevgili günlük, bu akşam benim için tam bir kültür sanat akşamıydı. Hem film izledim, hem kitap okudum. Şimdi bu satırları ise sana gün sonundan yazıyorum. 24:00’e 20 dakika var bu yazıyı yazarken. Odaya tam bir sessizlik hakim. Bizimkiler çoktan uyudular. Yarın sabah 07:30’da kalkacağım ama bu yazıyı yazmadan yatmak istemedim.

     Bu akşam işten geldim. Baktım kardeşim tv8’i açmış. “Ne varmış bunda?” deyip ekranın sağ alt köşesine baktım. Dönerse Senindir filmi varmış. Hani şu Murat Boz’un filmi. “İyi bari. İzlenecek doğru dürüst bir şey de yoktu zaten” dedim. Ama bir yandan da bu film vizyona girdiği dönemde pek ses getirmedi diye de aklımın bir köşesinde kalmış.

     Sevgili günlük, “Artık şansımıza” deyip filmi izlemeye başladım. Tabi aç karnımı doyururken. Başrollerinde Murat Boz’un dışında İrem Sak ve Yasemin Allen vardı. Şu Yasemin’e nedense bir türlü kanım ısınmadı. İrem Sak desen başrolü yapabilir mi? Oda soru işaretiydi benim için. İşte böyle düşünceler içinde filmi izledim.

sevgili günlük

     Filmin konusu: Mehmet (Murat Boz) ve Selin (Yasemin Allen) tanışıp sevgili olurlar. Sonra Selin, Mehmet’ten ayrılır. Aşk acısı çeken Mehmet bir akşam bir mekanda içki içip takılırken Defne’ye (İrem Sak) denk gelir. Defne artık Mehmet’in, tekrar Selin’i geri kazanması için Mehmet’e yardım edecektir. Kısaca böyle. İlk 15-20 dakikayı beğenmedim.

     O dakikalarda, “Bu filme gitseydim verdiğim paraya acırdım” diyordum. Ama filmin sonunda, “Verdiğim parayı hak etmişti” dedim. Güzel bir aşk hikayesi yani. Filmin dışında kitap okudum. Yazılarımı devamlı takip edenler hatırlayacaklardır. “Bab-ı Esrar” kitabını okumaya başladığımı. Hala devam ediyorum ona.

     Son 200 sayfaya girdim artık. Bu hafta pazar günü çalışmıyorum. Pazara kadar biteremezsem bile pazar günü kesin biter. Bu kitap biter bitmez diğer okuyacağım kitaplar hazır. Bir arkadaşımda Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı var. Ondan söz aldım bitirince bana verecek. Bir diğer arkadaşımda da Ruhi Mücerret kitabı var.

     E filmimi izledim. Kitabımı okudum. E şimdi de yazımı yazıyorum. Bu akşamlık kültür sanata doydum diyebilirim Sevgili günlük.

Foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/pen-writing-notes-studying-8769/

11 Kasım 2017 Cumartesi

Oyuncak Müzesi gezintim...

     Oyuncak Müzesi Düzce’ye gelmiş. Haberi internette gördüm ilk. Bizim burada yapılan ilk avmde sergileniyormuş. Benim için harika bir haberdi. Sunay Akın’ı severim. Bu müze olayını da çok sevmiştim. Gidip görmek kısmet olmamıştı. Ama işte o benim yaşadığım yere gelmişti. Tabi küçük bir bölümünü getirmişler. Müzeyi toptan kaldırıp buraya getirecek halleri yoktu ya.

     İlk kardeşim gördü. Dikkatini çeken şeyleri anlattı. Oraya birde defter koymuşlar. İsteyen düşüncelerini yazıyormuş. Oda bir şeyler yazmış. Benim gitmem de bugüne nasip oldu. Yarın son günü zaten. Bir arkadaşımla buluşmak için Düzce’ye gittim. Bu sayede hem arkadaşımla buluştum, hem de müzeyi gezdim. Bir taşla iki kuş yani 😊

     Oyuncak Müzesi gezintim 10 dakikada bitti. Dediğim gibi çok küçüktü. Oyuncaklar cam muhafaza içindeydi. Yabancıların oyuncaklarında ev oyuncakları dikkatimi çekti. Kimi oturma odasının, kimi de mutfağın oyuncağını yapmış. Bizimkilerin oyuncakları 70’lerdendi. Otobüsler, polis arabaları ve minibüsler.

Oyuncak Müzesi
Bizimkilerin yaptığı oyuncaklar

     Otobüs ve minibüslerin üzerinde o zamanki bazı firmaların reklamları. Gerçi de şimdi de otobüslere reklam veriliyor. Şuna dikkat ettim. Bizimkiler artık bu zamanın otobüslerinin oyuncaklarını yapmıyorlar. Kutudan yapmış olduğumuz bir pazzle vardı. Almanların çok oyuncağı vardı. Hangi oyuncağı, hangi millet, ne zaman yapmış?

     Hepsi oyuncakların altında küçük bir notta yazılıydı. Kısa gezintimden sonra geldim defterin yanına. Orada bir kızcağız vardı. “Bende yazabilir miyim?” dedim. “Tabi” dedi çok yardımsever bir şekilde. Hatta rahat yazabilmem için oturduğu koltuğu bana verdi. Defteri göstererek, “Bu merkeze gidecek mi?” dedim.

     “Tabi, Sunay Bey bakacak” dedi. Sunay Abim bakar ya. O hassas bir adam. Hassas olmayan bir adamın, böyle müze işleriyle ne ilgisi olabilir ki zaten. Yarım sayfaya yakın duygularımı yazdım. Yazının sonuna isim ve soy ismimi yazdım. Ve tarihi de attım. 11.11.2017 diye. Ne zamandır aklımda olan bu işi de bitirmiştim böylece.

     Bunları kardeşime anlattıktan sonra, “Keşke benim yazdığım sayfanın da fotoğrafını da çekseydin ya” dedi. Hakikaten hiç aklıma gelmedi. Bu günüme Oyuncak Müzesi gezisi ile değer katmış oldum.

7 Kasım 2017 Salı

Adsense reklamı almak para kazandırıyor mu?

     Adsense reklamı almak ile her şey bitiyor olsaydı keşke. Ama meğer olay yeni başlıyormuş. Google’dan onay mesajı geldiği zaman çok sevinmiştim. Sanırım çoğumuz benim gibi bu sevinci yaşamıştır. Kendimi reklam almaya o kadar odaklamışım ki. Reklam alınca bana her şeyin yolu açılacak gibi gelmişti. Bilmem kaçıncı başvuruşumda kabul edilmiştim.

     Herhalde Google bende bir şey gördü ki bana reklam verdi. Sitemin yeni teması tamamdı demek ki. Bir yazıda okumuştum. Temanın seoya uygun olmasının yanında, yeni seçtiğin temada ısrar etmen gerekirmiş. Öyle zırt pırt tema değiştirirsen bu iyi bir şey değilmiş. Ben de öyle yaptım işte. Sonucunu da almıştım. Artık bloğumda reklam olacaktı.

    Adsense reklamı almak için kriterlerden biri de yazılarının okunması olmalıydı. Bende günlük 200-300 okunma sayısını yakalamıştım. Demek ki yazılarım okunacak tip yazılarmış. Google bana reklam verdiğine göre. Yazma yeteneğimin olduğuna yormuştum ve mutlu olmuştum. Peki şimdi mutsuz muyum? Yok. Belki yazılarım gerçekten güzeldir, yeteneğim vardır.

Adsense reklamı almak

     Belki de hala yeteneğim yoktur. Aslında bunun hiçbir önemi yok. Sonuçta bir gazetenin bir genel yayın yönetmeni değilim. Ya da ulusal bir gazetede her gün yazı yazan bir köşe yazarı değilim. Bu blog benim mekanım. Hepsi tamam iyi de. İnsan yine de üç-beş bir şey kazanmak istiyor. Ama kazanılmıyor be kardeşim. Blogdan adsense dışında da para kazanma yöntemleri var.

     Yok Bumerang, yok marketing falan. Ben onlarla hiç uğraşmadım. Uğraşmaya da niyetim yok. Adsense’den kazanırsam kazanırım. Diğerlerinden para kazanmak için yıpratmam kendimi. Adsense’den parayı vuranlar yok mu peki? Var, olmaz olur mu? WP Mavi şurada yazmış işte. Ben sırtımı Google’a yaslarım aga.

     Ama bu okunma sayılarıyla Google’a sırtını yaslasan ne fayda. Bu okunma sayılarıyla para kazanmak bir mucize. Adsense’e kabul edildiğim iki ayı geçmiştir. Kazandığım para 10 lira bile değil. Gerçi Mehmet Abi bana demişti, “10 lira vereyim blog yazmayı bırak” diye, dinlemedim adamı 😊 Kısacası, bu yolda benim gibi heves eden blog arkadaşlarım.

     Adsense reklamı almak ile iş bitmiyor. Reklamı aldım diye, “Bundan sonra uçarım, kaçarım, paraya para demem” diye düşünmeyin. Bazen 5 kuruş kazanıyorum. Bazen sıfır. Koca bir sıfır. Nasıl kazanırsın? Aylık 120 bin kişi siteni ziyaret ederse kazanırsın. Buyur bu dediğime göre gerisini sen hesapla.

Foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/blur-close-up-fingers-focus-462383/

4 Kasım 2017 Cumartesi

"10 lira vereyim blog yazmayı bırak"

     
     Bir bloğum olduğunu ve yazı yazdığı söylediğimde hemen gelen soru, “Ne kadar para kazanıyorsun?” sorusudur. Buna benzer bir soru iki-üç gün önce de bana soruldu. Aslında konu direk blogdan açılmadı. İş arkadaşım Eda’nın doğum gününü kutladık Cuma günü. Kendisi şiiri çok sever ve şiir de yazar. Dilerim yakında da şiirlerini bir kitap altında toplar. Ona verilecek en güzel hediyenin, ona bir şiir yazmak olduğunu düşündüm.

     Ve ona akrostiş bir şiir yazdım. Bu hediyem onun çok hoşuna gitti. O kadar hoşuna gitti ki. Onu gidip masasında görebileceği yere astı. Cuma günü Eda çalışmıyordu. Masasında başka bir arkadaşımız oturuyordu. Başka bir şeyden sohbet ederken, “Cem bu şiiri sen mi yazdın?” dedi. “Nerden çıkardın?” dedim, bu soruyu bana sormasından memnun olarak.

blog yazmak

     “Hani sen şiir falan yazmayı seviyorsun ya. Ondan” dedim dedi. “Ben şiir okumayı severim. Çok fazla olmasa da. Yazmayı da çok isterim. Ama yazamıyorum. Ben günlük yazılar yazıyorum” dedim. Hemen oradan başka bir arkadaş, “Ne kadar kazanıyorsun?” dedi. “Üç kuruş, beş kuruş. Şimdiye kadar 5 lira oldu” dedim.

     Yan yana oturduğum Mehmet Abi, “Oğlum ben sana 10 lira vereyim. Bırak bu yazı işlerini” dedi. Esprili bir şekilde. Böyle söyledi diye ona kırılmadım tabi. Hiçbir arkadaşıma bu konuda kırılmıyorum ki zaten. Yazmak ayrı bir dünya. Bunun parayla ölçülebilir bir yanı yok. Ama tabi üç-beş lira da kazansak fena olmazdı J

     “Abi benim amacım temelde para kazanmak değil ki” dedim. Ama gün gelir tüm yaşamımı buradan gelecek parayla idame ettirmek isterim bak. Tabi bu durum şimdilik bir hayal. Ama her şey hayal etmekle başlamaz mı zaten?

Foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/hand-laptop-notebook-typing-2980/