28 Kasım 2014 Cuma
BENİM DÜŞÜNCEM: Lavaşı da Ermenistan kaptı...
BENİM DÜŞÜNCEM: Lavaşı da Ermenistan kaptı...: Lavaş ekmeğini Ermenistan tescil ettirmiş.Bu kaçıncı?Değerlerimize olan bu vurdumduymazlığımız daha ne kadar devam edecek? Kültür ...
Lavaşı da Ermenistan kaptı...
Lavaş ekmeğini Ermenistan tescil
ettirmiş. Bu kaçıncı? Değerlerimize olan bu vurdumduymazlığımız daha ne kadar
devam edecek? Kültür
Bakanlığı’nın görev tanımı içerisinde bu değerleri takip etme ve uluslararası alanda
bizim adımıza tescil ettirme gibi bir görevi yok mu? Böyle haberleri duydukça…İster
istemez üzülüyor insan. Hangimiz üzülmeyiz ki?
Kültür Bakanlığı bu gibi işler için
bir özel ekip kurmalı. Bu ekibin görevi sadece bize ait değerlerimizi Unesco’da
tescil ettirmek olmalı. Yine de haklarını yemeyelim. Kültür Bakanlığı Unesco’ya
bu konuda başvuruda bulunacakmış ama. Ne kadar sonuç alırız varın siz
düşünün. Önemli olan testi kırılmadan bir şeyler yapmak değil midir?
Daha önce baklava ile ilgili yine buna
benzer bir durum yaşanmıştı. Bu
örneklerden ders çıkararak bu konularda gevşek bir tutum sergilemeyi artık
bırakmalıyız. Her yıl artan turizm gelirlerimizden bahsediyoruz. Övünüyoruz
doğal olarak. Göğsümüz kabarıyor. Daha da fazla turizm geliri hedefliyorsak…Ki
hedefliyoruz…Bu tescil olayının üzerine ciddiyetle eğilmeliyiz.
Turistler lavaşı
anavatanında yemek istemeyecekler mi? Bu sayede oraları gezip görmek istemeyecekler
mi? Peki Ermenistan’ı mı gezmeye gidecekler? İşte bu kadar önemli bu tescil
olayı. Ben ülkemizi dünyanın en çok turist çeken yeri olarak hayal ediyorum. Bu
elbette ki bir ütopya değil. Bir fantezi düşünce asla değil.
Bu durum benim gururuma
dokunuyor. Eminim sizin de öyledir. Lavaş, baklava…Bizi biz yapan değerler bunlar. Lavaşı
kullanmadığımız yer mi var? Çiğ köftemizin vazgeçilmezidir lavaş. Onsuz çiğ köfte
eksik kalır. Bundan birkaç sene öncesi. Kankim Semih ile çağrı merkezinde
çalışırken…Gece vardiyasında az sipariş etmezdik çiğ köfteyi.
Ya
tantuni. Lavaşsız düşünülebilir mi?Dünyanın en temiz mutfağı bizde. Gidenler
görenler hep böyle söylüyor. Biz, gidip görmesek de…Televizyonlar vasıtasıyla
bilgi sahibi oluyoruz…Dünya mutfaklarındaki yiyecekleri bir göz önüne
getirmeniz yeterli olacaktır…Sırf bu açıdan bile bu ülkede doğmaktan büyük bir
mutluluk duyuyorum.
En çok tercih ettiğimiz bir numaralı
yiyecek dönerde bile lavaş kullanıyoruz. Lavaş sadece bunlarda değil. Ayrıca yemeğin yanında ekmek olarak da
tüketiliyor. Örnek olarak Gaziantep…Yaz ayları saçlarda lavaşlar
yapılıyor.
Daha sonra yapılan bu lavaşlar güneşin altında kurumaya bırakılıyor. Kuruduktan
sonra bir odaya bırakılıyor. Yiyecekleri zaman lavaşların üzerine elleriyle su
serpiyorlar. Bu şekilde yemeklerin yanında ıslak olarak tüketiliyor.
Bu kadar kültürümüzün içinde bir
yiyeceğimiz lavaş…Şimdi buna başkaları sahip çıkıyor. Sahipleniyor…Bu değer
bizimken…Niye başkalarının olsun. Bir turist, lavaş ekmeğini görünce niye, ”Ermenistan
yiyeceği” desin. Turkish Delight artık dünyada
bir sloganımız olmadı mı?
Belki bilerek, belki de bilmeyerek bu tip bir
slogan üretmiş olduk. Bu da bizim ülkeler arasındaki tanınırlığımızı artırdı. Bu
açıdan da baktığımızda olayın sadece basit bir tescil meselesi olmadığını
görüyoruz. Ne kadar ürünlerimizle dünyada adımızdan söz ettirirsek o kadar
kültürümüzü tanıtmış. Ve aynı zamanda turist trafiğimizi artırmış olacağız.
25 Kasım 2014 Salı
Ntv'de Akp'yi kayirmis...
Koskoca Ntv’ye bu yakışmadı. Biz Ntv’yi böyle görmeye alışmadık. Bu akşam saat 17:00 haberlerini
beklerken. Ntv’de bir yazı çıktı. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde yayınlarında
adaylardan Recep Tayyip Erdoğan’ı kayırmış. Bunun için yayını beş kez süreyle
durdurulmuş. Koskoca Ntv’de bu gibi bir yazıyı görünce üzüldüm açıkçası. Türkiye’nin
ilk haber kanalından böyle bir şeyi hiç beklemezdim.
Ntv’yi
sevmemizin nedeni yayınlarındaki tarafsızlığıdır. Bugüne kadar ayakta
kalmasının tek sebebi de budur. Ntv’yi Ntv yapan bu tarafsızlığıdır. Bugüne kadar
Ntv çok sevilen programlarını yayından kaldırmasına rağmen hala ayakta ise bunu
tarafsızlığına borçludur. Nedense Ntv artık bir klasik haline gelmiş (Klasik
olmasını da kendisi sağlamıştır) programları yayından kaldırdı.
90 Dakika
programı. Futbol programında bir çığır açmıştır. Futbol programından çok bir spor
programıydı. Tenis, Basketbol, voleybol vs. Spora dair her şey konuşulurdu. İşte böyle
bir programı yayından kaldırdı Ntv.
90 Dakika’da bağırma çağırma olmazdı
diğer programlar gibi. Ben Kenan Onuk’un son zamanlarına yetiştim. İyi ki
yetişmişim. Bir program nasıl yapılır. Nasıl yönlendirilir. Kenan Onuk sayesinde
onu gördüm. O bizi bırakıp gittikten sonra da aynı formata devam edildi. Sadece Kenan Onuk’un anısına
kaldırılmamalıydı 90 Dakika.
İlk başta sadece Hıncal Uluç ve Haşmet Babaoğlu
vardı. Bence en güzel zamanları da bu zamanlardı. Öncelikli olarak sporda
haftanın olayı konuşulurdu. Ama sırayla. Önce sözü Haşmet Babaoğlu alırdı. Konuşma
sırasında Ne Hıncal Abi ne de Kenan Abi sözünü kesmezdi. Sonra Hıncal Abi sözü
alırdı. Bu sefer o konuşurken kimse sözünü kesmezdi. İşte böyle konuşana saygılı
bir programdı 90 Dakika.
90
Dakika’nın yayından kaldırılması üzerine Haşmet Babaoğlu bir yazı kaleme aldı. Yazıda,”Ntv’nin
neden programı yayından kaldırdığını anlamadığını, Ntv’yi,Ntv yapan programların
neden kaldırıldığını, Ntv’nin kendisine sorması gerektiğini, bir muhasebe yapması
gerektiğini söyledi. Ve her şeye rağmen yine de Ntv’yi sevdiğini
söylemişti.
Fakat Ntv’nin bu ilk ve son vukuatı olmayacaktı. Sonra, artık Ntv ile özdeşleşmiş Murat Kosava’yı işten çıkardılar. Herkes
bu duruma hayret etti. Ve çokça da yadırgandı. Bunun üzerine her ne olduysa Ntv
yeniden Murat Kosova’yı işe aldı.
Ntv’deki bu yönetim karmaşası bununla
da kalmadı. Son olarak da Gece Gündüz
programıyla iç içe geçmiş sunucusunu Yekta Kopan’ı işten çıkardılar. Gerçekten
Ntv’yi anlamak imkansız bir hal aldı. Ne düşünüp de böyle adımlar atıyorlar
inanılmaz. Biraz argo olacak ama resmen kendi ayaklarına sıkıyorlar. Ve Ntv
elindeki değerleri bir bir kaybede kaybede bugüne geldi.
Ve artık anlaşılıyor
ki. Elindeki kalmış son ve en büyük değerini, tarafsızlığını kaybedecek duruma
gelmiş. Şahsen ben Türkiye’nin ilk haber kanalı olan Ntv’yi böyle görmek
istemiyorum. Dilerim RTÜK’ün verdiği bu ihtarı dikkate alırlar. Ve içlerinde bir
muhasebe yaparlar. Yoksa Ntv toplum
gözündeki saygınlığını da kaybedecek.
24 Kasım 2014 Pazartesi
Osmanlı'nın doğuşu:Merhaba Söğüt
Osmanlı
tarihini çok sevenler için bir kitap önerim olacak. Merhaba Söğüt. Yazarı Yavuz
Bahadıroğlu. Kitabı yeni bitirdim. Bu kitap Yavuz Bahadıroğlu’nun okuduğum
ilk kitabıydı ayrıca. Kütüphanede kitap bakarken denk geldi. Bu kadar ismini
duymuşken okumamak olmaz diye düşündüm. Kitabın adına baktım. Merhaba Söğüt. Tam
istediğim gibi Osmanlı ile ilgiliydi. ”Beğenmesem bile. Hiç olmazsa Osmanlı’nın
kuruluş dönemine dair bilgi edinirim” diye düşündüm. İyi ki de öyle
düşünmüşüm. Bu kitabı okumamış olsaydım. Gerçekten üzülürdüm. Bir Osmanlı tarihi
seveni olarak.
Kitap, Kayı Han boyu beyi Gündüz Alp ile
başlıyor. Ve oğlu Ertuğrul Gazi ile bitiyor. Ta ki, Söğüt ve Domaniç çevresine
yerleşene kadar olan dönemi anlatıyor. Adından da anlaşılacağı gibi. Tarih romanı
yazmak kolay değildir. Normal romana göre daha bir maharet ister. Yazar yazacağı
tarihi çok iyi bilmeli. Özümsemeli.
Anlattığı tarihteki devletin gelenek ve
göreneklerini iyi bilmeli. Romanında bunları aşağılayacak bir tavır
takınmamalı. Modern bir tarih romanı yazmak isteyenler duvara toslarlar. Ve
sadece yazdıklarıyla kalırlar. Ve o kitap hiçbir değer ifade etmez. Bu nedenlerle
çok dikkat edilmeli. Ama Merhaba Söğüt
öyle bir kitap ki. Yıllar geçse de eskimeyecek bir yapısı var. O zamanı o kadar
iyi yansıtmış ki. Osmanlı tarihini seven bir kişi kitabı okuduğunda bunun hemen
farkına varacaktır.
Kitapta ilk dikkatimi çeken şeylerden biri. Daha o
zaman. Osmanlı bir beylikken başlamış bu fitne işleri. Anlaşılıyor ki bu tip
insanlar tarihin hiçbir yerinde eksik olmuyorlar. Menfaatleri için
yapmayacakları şey kalmıyor. Ve nedense bu fitneler her zaman işe yarıyor. Ve bu
fitne nedeniyle dört kardeşin arası açılıyor.
Bu dört kardeşten en baskın olanı
Ertuğrul Bey. Olaya el koyuyor. Ve kardeşi Dündar ile anlaşıyorlar. Dündar, Ertuğrul’un
bey olmasına karşı çıkmıyor. Destekliyor. Diğer
kardeşler Sungur Tekin ve Gündoğdu ise tekrar geldikleri yere Ahlat’a
dönüyorlar. Böylece beylik bölünmüş oluyor.
Ama buna rağmen Ertuğrul Gazi durmuyor, ileri devam
ediyor. Çünkü onun bir ideali var. Bu idealinden güç buluyor. O devlet olmayı
istiyor. Hem de öyle bir devlet ki. İstanbul’u fethederek peygamberimizin
müjdelediği komutanı çıkaracak devlet olmak. Kim bilir. Belki ötelerde, İstanbul fethedildiği zaman haber edilmiştir
kendisine.
Kitapta en etkileyici sahnelerden biri. Gündüz Alp’ten
sonra beyliğe kimin seçileceğine karar verilecek olan meşveret toplantısı. Ve
orada yaşananlar. Diyorum ya. ”Bahadıroğlu çok iyi anlatmış” diye. TRT 1’de yeni bir dizi başlayacak. Ertuğrul
Gazi’nin hayatını anlatacak olan. O dizide ”Muhakkak bu kitaptan
yararlanılmalı” diye düşünüyorum.
Kitabın bu kadar iyi bir eser olarak
ortaya çıkmasındaki etkenlerden biri de. Osmanlı için dinin nasıl algılandığını
çok iyi analiz etmiş olmasıdır. Tabi bunun yanında yazarlık hüneri de var. Analiz
başarılı olabilir. Fakat yazıyla ifade edilememiş olabilirdi. Ama Bahadıroğlu uyumu çok iyi bir şekilde yakalamış. O
dönemi merak eden herkes için bir başucu eseri niteliğinde.
NOT: Okuyucularım! Yazılarım hakkındaki
düşüncelerinizi merak ediyorum. Bu kitabı okumuş olabilirsiniz. Okumamış da
olsanız yine de söyleyecekleriniz olabilir. Buyrun fikirlerimizi paylaşalım.
Ayrıca hakikat.cem@gmail ulaşabilirsiniz.
Foto kaynak:Pixabay.com
Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com
Foto kaynak:Pixabay.com
Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com
Prandelli'nin hala teknik direktörümüz olmasından utanıyorum...
Galatasaray’ımızda
ne olup bittiğini bilen ya da anlayan var mı?Ben bu zamana kadar böyle
keşmekeşlik içinde bir yönetim görmemiştim.Yönetim de yanlış oldu.Daha doğrusu
yönetimsizlik.Sözde GS’da başkan var.Ama var mı yok mu belli değil.Varlığıyla
yokluğuyla bir derler ya o şekil.Duygun Yarsuvat Başkanın akil adam görünüşü
var.Bende şahsen böyle bir intiba bıraktı.”Bir büyük ne de olsa.Bu dönemi
evirir çevirir GS için faydalı bir dönem yapar”demiştim seçildiğinde.Ama öyle
olmadı.Gelen gideni aratır derler ya.Ünal Aysal Başkanı arar olduk.Hiç olmazsa
yapılanlar ne kadar yanlış olsa da her yapılanın altında onun imzasına olan
inancımız tamdı.Ama şimdi öyle mi?Duygun
Yarsuvat Başkan sadece başkanlık koltuğunda oturuyor.O kadar.Fakat yönetim
işini başkaları yapıyor.Ve maalesef yönetimden anlamayan kişiler
yapıyor.Galatasaray’ımıza yazık ediyorlar.Farkında değiller.
Şu
anda GS’ı yönetmeye çalışan kişi olarak Abdürrahim Albayrak görünüyor.Albayrak’ın
GS’lılığından kimsenin şüphesi yoktur sanırım.Yaptığı her işte GS’ın menfaatini
düşünüp yol aldığından da yüzde yüz eminim.Ama şu da bir gerçek ki.Albayrak’ın
yönetimde alması gereken görevi bir GS’lı çocuğa sorsanız bile bilir.Florya’da
futbolcularla ilgilenmek sadece.Bunun dışında takımın başındaki teknik direktörün
kalması ya da gitmesi kararını vermek gibi kararlar onu aşar.Herkes bildiği işi
yapmalı.Albayrak nasıl parladı.Biz GS taraftarının gönlünde nasıl taht
kurdu?Takımın başına teknik direktör seçerek girmedi gönüllere.Bilmediği bir
işi yapan her zaman yanlış kararlar alır.Böyle bir şey kendisine geldiğinde
Albayrak’ın böyle bir sorumluluğun altına girmemesi beklenirdi kendisinden.Ama
çözüm yolları için bu işin ehli kişilerle görüşebilir.En azından bir
organizatör görevi görerek ilgili kişileri bir araya getirebilirdi.
Albayrak bu işin önüne gelmesi
heyecanına yenilerek bu işi hemen kabullenmiş.Ama göz ardı ettiği şeyler
var.Yaptığı uygulamalar GS’a ciddi zararlar veriyor.Prandelli gibi GS’a geldiğinden beri hiçbir şey verememiş bir adamı
takımın başında tutmaya bu kadar ısrar etmenin nedeni ne?GS’ın şansına ki
ligde çok şey kaybetmedi.Prandelli’yi gönderirseniz GS’ın hala şansı var.Daha hiçbir
şey kaybetmemişken.Yol yakınken.Gelin bu yanlış olan ısrarlı kararınızdan
dönün.
GS’ı kimsenin anlayamadığı bir
sistemsizlikle oynatan.Ve bu oyunuyla GS’ı
Avrupa’da kepaze eden bir teknik direktörü hala nasıl takımın başında
tutabiliyorsunuz.GS ilke olarak kendine,”Türkiye’nin Avrupa’ya açılan
kapısıdır” sözünü ilke edinmiştir.Böyle bir takımın hocası,bir Şampiyonlar Ligi
maçından sonra,nasıl olurda,”Bizim hedefimiz lig şampiyonluğu”diyebilir.O
açıklamadan sonra bir dakika bile GS’ın başında tutulması hata değil midir?Bugüne
kadar hiçbir yabancı teknik direktör böyle bir açıklama yapmamıştı.Ben bir GS’lı olarak hala teknik
direktörümüzün Prandelli olmasından utanıyorum.
15 Kasım 2014 Cumartesi
Osmanlı Devleti'nde ekonomik hayat...(1)
Osmanlı’da
ekonominin ana damarı tarımdı. Bu nedenle mahsul alınan toprak her yönden en
iyi şekilde değerlendirilmeliydi. Üretime katılmamış bir toprak parçası
kalmaması için titiz bir çalışma yürütülüyordu. Bunun yanında toprağın üretime
katılmasıyla süreç bitmiyordu. Bir de o toprağın iyi işlenmesi, topraktan en iyi
şekilde verim alınması gerekiyordu. Toprağın iyi işlenmesi daha fazla mahsul ve
doğal olarak daha fazla vergi demekti. Fazladan vergilendirme yapılmaması içinde
çıkan mahsulün net olarak tespit edilmesi sağlanırdı. Zincir bu şekilde
birbirine bağlanmıştı.
Osmanlı’da
ekonomik dünyada tek şey amaçlanmıştı. Halkın kimseye muhtaç olmadan yaşaması. Bu
nedenle üretim yapılırken dikkat edilen şey ne kadar ihtiyaç olduğuydu. İhtiyaca
göre üretim dengesi gözetiliyordu. Eksik üretim gibi bir durum söz konusu olduğu
durumlarda ise ithalat yapılıyordu. Osmanlı Devleti’nin ekonomi politikası argo
deyimle kendi yağıyla kavrulmaydı.18.yüzyıla kadar kendi yağıyla kavruldu. Hiç
bir ülkeye muhtaç olmadan bir ekonomik yaşam sürdürdü.
Ancak 18.yüzyılla beraber Osmanlı
ekonomisi sinyaller vermeye başladı. Coğrafi keşifler en büyük darbeyi Osmanlı
Devleti’ne vurdu. Yeni
ticaret yolları Osmanlı’dan geçen ticaret yollarını önemsiz kıldı. Bu da
yetmezmiş gibi bir de Osmanlı Devleti yeni ticaret yollarının çok uzağında bir
yerde kalmıştı. Dış ticaret artık Osmanlı’nın elinde değildi. Bunların dışında
bir de evvelden beri devam eden kapitülasyonlar meselesi vardı.
O da ekonomiye
bir gedik açmıştı. Ve bu gedik gün geçtikçe ekonomiye daha fazla kan
kaybettiriyordu. Ekonominin kontrolünün Osmanlı’dan Avrupa’ya geçmesi doğal
olarak Osmanlı’nın Avrupa ile olan ilişkilerini sıklaştırmasını gerekli
kıldı. Ekonomide Osmanlı’nın gardının düşmesini Avrupalı devletler fırsat
bilmişti. Sadece belirli ülkeler için geçerli olan kapitülasyonlar Avrupalıların
siyasi kulisleri sayesinde artık tüm Avrupa'yı kapsıyordu.
Avrupa’daki
sanayi inkilabı Osmanlı ekonomisinin sarsılmasına neden oldu. Sanayi
inkilabının somut örnekleri iç pazarda kendini göstermeye başladı. Osmanlı’da
yerli sanayi bitti. El tezgahları dönemi son buldu. Atölyeler ise bir bir
kapandı. Bir zamanların kendi kendine yeten ülkesi Osmanlı artık kendini
geçindiremiyordu. Osmanlı her ne kadar istemese de bir zaman sonra Avrupa’ya
bağımlı hale gelmekten başka çaresi kalmamıştı. Avrupa bunu da fırsat
bilmişti. Her zamanki gibi. Artık Osmanlı’da Avrupa’nın açık pazarlarından biri
haline getirildi.
Yazımızın başında da belirttiğim gibi Osmanlı’da
ekonominin lokomotifi tarımdı. Tarım sahasında topraklar en verimli
olanlarına göre bölümlendirilmişti. En iyi topraklar miri toprak olarak
isimlendiriliyordu. Miri topraklar devletin elinde olurdu. Devlet topraklarının
bakımını, işlenmesini, ürünün kaldırılmasını halkına bırakmıştı. Her aileye toprak
paylaşımı yapıyordu. Toprak paylaşımı yaparken dikkat ettiği nokta ise o ailenin
o topraktan geçimini sağlaması kriteriydi. Az önce miri toprak diyerek toprağın
isimlendirilmesi hakkında bir parça da olsa bilgi vermiştik. Daha sonra bu
konudan Osmanlı ekonomisini anlatmaya devam edeceğiz.
13 Kasım 2014 Perşembe
Osmanlı'da Lale Devri...(2)
Lale Devri’ni anlatmaya devam
ediyoruz. Lale Devri’nde hiç iyi bir şeyler olmadı mı onları anlatıyorduk en
son. Matbaadan bahsetmiştik. En son Nedim’de kalmıştık. Nedim, Osmanlı edebiyatına yaptığı çevirilerle katkıda bulundu. Bu
işi kendinin başkanı olduğu bir kurul vasıtasıyla yaptı. Yaptıkları çeviriler
batı ve doğu dillerindendi.
Kitap demek kağıt demek. Bir kağıt
fabrikası gerekiyordu. Hemen İzmit’te fabrika çalışmalarına başlandı. Lale Devri’nde
yangınlardan İstanbul başını alamazdı. Artık buna bir tedbir alınmalıydı. Bunun
için o zamanlarda itfaiyeciler diyebileceğimiz tulumbacılık diye bir teşkilat kuruldu. Lale Devri’nde olan İstanbul’a
olmuştu. Eğlenceye dalıp gitmişlerdi. Bu durum sadece İstanbul ile sınırlı
kaldı. Anadolu ve Rumeli’yi etkilemedi. Oralardaki yaşam Lale Devri’ndekinden
öncesi gibi aynen devam etti.
3.Ahmet yaptığı bazı uygulamalar halkın
yaşamını daha da zorlaştırdı. Bunlardan biri paranın değerini düşürmesiydi. Bir
başkası da iltizam usulü(vergileri
aracılar eliyle toplama)vergileri genelleştirmesiydi. Sadece bu vergiyi
genelleştirmekle kalmadı. İstanbul’daki esnaf zanaatçılar da bu vergilendirmeden
nasibini aldı. Onlar da artık vergi vereceklerdi. Bu doğal olarak kentte
huzursuzluk yarattı.
3.Ahmet ile ilgili bu huzursuzluk yaşanırken bir yanda da
bu sefer memurlar Damat İbrahim Paşa’dan yakınıyorlardı. Yükselmeyi bekleyen bir
çok memur hala aynı yerlerinde sayıyorlardı. Bu durum homurdanmalara neden
oldu. Memurlar sadece bundan şikayetçi değillerdi. Şikayetçi oldukları bir başka
konu da Damat İbrahim Paşa’nın kendilerini, kendi adamlarına memur etmesiydi.
Kazan artık giderek kaynıyordu. Bardağı
taşıracak son damlanın gelmesi de yakındı. Tarihler 1723’ü gösteriyordu. Osmanlı
için savaş vaktiydi. Bu sefer ki rakip İran’dı. İran’la yapılan bu savaşın bir
özelliği vardı. Bu savaş devamlı, sürekli devam eden bir savaş değildi. Aralıklarla
devam eden bir yapısı vardı. Bu savaş nedeniyle koyulan vergiler bardağı taşıran
son damla olmuştu.
Halk isyan noktasına geldi.28 Eylül 1730’da bu isyan somut
hale gelmiş ve ayaklanma başlamıştı. Damat İbrahim Paşa’ya karşı olanlar için
bundan iyi fırsat olamazdı. Damat İbrahim
Paşa karşıtlarının lideri Kaptanı-ı Derya Mustafa Paşa, eski bir denizci olan
Patrona Halil’i söylemleriyle argo bir deyimle gaza getirdi. Patrona Halil
bunun üzerine İstanbul’da ayaklanma çıkardı.
Ve üç günün sonunda artık İstanbul
isyancıların elindeydi. İsyan Damat İbrahim Paşa karşıtı olarak çıkmıştı. Ve
doğal olarak isyancılar Damat İbrahim Paşa’nın idamını istediler. Yakın adamları
da bu isteklerinin içindeydi. Onların da idamını istiyorlardı.3.Ahmet şimdi ne
yapacaktı?3.Ahmet olayın ciddiyetini anlamıştı. Atacağı adımlar tahtta kalıp
kalmayacağını belirleyecekti. Ve beklenildiği istenilenleri yaptı.
Ama buna rağmen tahtta yine de kalamadı. Patrona
Halil’i maşa olarak kullanan devlet adamları için sahneye çıkma sırası
gelmişti. Onların isteğiyle artık
padişahlık koltuğunda 1.Mahmut oturacaktı. Ayaklanma sırasında isyancılar
Lale Devri’nde yapılan binaları hedef aldılar. O binaların her yerini ateşler
içinde bıraktılar. Yanan bu ateşler artık Lale Devri’nin de bittiğinin
göstergesiydi.
12 Kasım 2014 Çarşamba
Lale devri...(1)
Bugünkü konumuz Lale Devri. Bu devir 1718 ile 1730 yılları arasındaki dönemdir. 12 yıl
gibi kısa bir süre olmasına rağmen Osmanlı dönemine damga vurmuştur. Batıya
benzemeye çalışmanın ilk adımları bu dönemde atıldı. İlk batılılaşma
hareketidir. Zevk ve sefa bu dönemi tanımlamak için kullanılan kelimelerdir. İsim
lale çiçeğinden gelir. O zamanda lale çiçekleri her yeri sarmış. Ve gün gelmiş. Bu
çiçeklerin ünü dünyayı sarmış.
Lale Devri’nin ana karakteri Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’dır. 1718’de
Sadrazamlığa getirilmiştir. Padişah koltuğunda 3.Selim oturmaktadır. Yaptığı ilk
iş Pasarofça antlaşmasını imzalamak
oldu. Bu anlaşma 1714’ten beri Avusturya ve Venedik ile yapılan savaşın
bittiğinin resmiyet kazanmış bir belgesiydi. Avrupa ülkelerinin büyük devlet
olma yolunda adımlar attığını İbrahim Paşa görmüştü. Ve bir çıkış yolu
arıyordu. Bu çıkış yolunu Avrupa'da ne yapılıyor onu öğrenmek ve kendi ülkesinde
aynısını tatbik etmekte görmüştü.
Avrupa'yı yakından tanıması
gerekiyordu. İşe ilk olarak İstanbul’daki elçilerle sıcak ilişkiler kurarak
başladı. Daha sonra bunu Avrupa'yı gidip yakından görmelerini istediği elçiler
takip etti. Gönderdiği elçiler Avrupa'da ne olup bittiğini öğrenecekler ve
İbrahim Paşa ile bunları paylaşacaklardı. En çok merak ettiği şey Avrupa'nın
toplumsal ve ekonomik yaşamıydı.
Bu elçilerden Yirmisekiz Mehmet Çelebi, İbrahim Paşa’nın tam da istediği şekilde
raporlarla 1720’de gittiği Paris’ten 1721’de dönmüştü. Belgeleri inceleyen
İbrahim Paşa’da, kurtuluşun Avrupalı gibi yaşamakta olduğu kanaati daha da
güçlendi. Artık duracak zaman yoktu. Bir an önce Avrupalı gibi yaşanmalıydı.
İşe bina yapılarak başlandı. Yapılan
bu yeni binalarda alınan örnek Avrupa'daki binalardı. Yalılar, köşkler, kasırlar
peşi sıra gelmeye başladı. Boğaziçi ve Haliç kıyıları sanki Avrupa kentine
ait bir hal almıştı. Yapılan bu yalılar, köşkler ve kasırlar artık zevk ve
safanın
yaşanacağı mekanlar halini alacaktı. Bu mekanları yüksek devlet memurları ve
halkın zengin kısmı doldurdu.
Osmanlı Devleti’nde halk içe kapanık
bir yaşam tarzı sürdürüyordu. Böyle bir yaşam tarzı sürdüren halkı yapılan
eğlenceler çok etkiledi. Artık herkes böyle eğlenceler yapmak istiyordu. Gün
geçtikçe eğlence kültürü aldı başını gitti. Artık en güzel laleyi yetiştirmek
halkın bir numaralı gündem konusuydu. Bu olayı o kadar çok önemsediler ki. Dışarıdan lale soğanı ithal edilmeye
başlandı. Güzel lale yetiştireceğiz diye Hollanda’ya ve İran’a para
kazandırmaya başladık. Çünkü lale soğanlarını oralardan alıyorduk.
Lale soğanı peşinde koşmanın elbette ki bir
faturası olacaktı. Lale yetiştireceğim derken halk aç kalmakla karşı
karşıyaydı. Çünkü yapılan bu harcamalar yüzünden yiyecek fiyatları alıp başını
gitmişti.
Lale Devri’nde hiç iyi şeyler de
olmadı değil. Matbaa Osmanlı Devleti’ne bu dönemde girebildi. Matbaa geldiğine
göre okunacak da kitap basılmalıydı. Bu konuda şair Nedim’in katkısı olacaktı. DEVAM EDECEĞİZ
11 Kasım 2014 Salı
Osmanlı sosyal hayatı...(3)
Osmanlı sosyal hayatını anlatmaya devam ediyoruz. Kahvehane
İstanbul’da açılmış. Tarihler 1554’ü gösterdiğinde. Kahvehaneler açılır açılmaz
şimdiki gibi sohbet yeri olmamış. Belli bir zamandan sonra bildiğimiz kahvehane
şeklini almış. İşyerleri hem üretim hem satış yeri olarak kullanıyorlar. Akşamdan
sonra açık iş yeri kalmıyor. O noktadan sonra gece bekçileri ortaya
çıkardı. İşyerleri artık bekçilere emanet edilirdi.
Osmanlı
zamanında evlilik nasıl yapılıyordu onu da anlatalım. Öncelikle Osmanlı
ailesinin kuruluşunda ve devam etmesinde iki önemli etken vardı. Bunlar; İslam
hukuku ve Türk töresidir. Buna göre evlenmek isteyenler kadıya
giderler. Böylelikle evlilik için ilk adım atılmış olurdu. Bugünkü gibi yine aynı
şekilde nikah kıyılırdı. Her iki tarafında şahiti de törende hazır bulunurdu. Bu
evlilik kadı defterine kaydedilir. Böylelikle işlem tamamlanmış olurdu. Köylerde
kadının yerini imam alırdı ve imam nikahı kıyılırdı.
Kadın-erkek
eşitliği Osmanlı’da nasıl yankı bulmuş bir de ona bakalım isterseniz. Kadın-erkek
eşitliği konusu dendiğinde Fatma Aliye
Hanım bu olaya damgasını vurmuştur. Fatma Aliye Hanım, Ahmet Cevdet Paşa’nın
kızıdır. Bir paşa kızı Osmanlı’da kadın hakları konusunda öncü olmuştur. İlk
kadın hakları savunucusu olarak o devre damgasını vurmuştur. Kadın hakları konusunda
kitapların basılması için çok çalışmıştır. Ve bunda başarılı da olmuştur. Bu
konuda destek olmanın yanında kendisi de bu konuda yazmıştır.
Tanzimat
Dönemi, Osmanlı’nın kendi kültürünü yavaş yavaş terk etmeye başladığı bir
dönemdir. En basiti yerde yemek dönemi sona ermiştir. Bunun yerini masa almıştır.
Osmanlı’da
günlük hayat ile ilgili bir şeyler anlatmaya devam edelim. Kış gecelerini o
zamanki aileler çok iyi değerlendiriyormuş. Öncelikle bunu söyleyelim. Hep hani
ateşin yanına toplanmış bir aile olurdu. Baba kitap okur herkes dinlerdi
ya. Osmanlı’da da böyleymiş işte. Ateşin başında Duduname denilen bir masal
kitabı okunurmuş. Taş baskıdan yapılmış bu kitap el yazması ürünüydü.
Osmanlı’da
Sibyan mektepleri denen mektepler var. Bu mektepler her ilkbaharda gezi
düzenler. Bu gezilere kapama adı verilir. Bu gezilerin dışında bu vesileyle fakir
olan çocuklara da yeni elbiseler alınır. Tek okul geziye gidebildiği gibi birden
fazla okul da aynı anda geziye gidebilir. Bu gezilere ailelerde katılır. Olay
geziden çıkar şölene dönüşürdü. Bu şölende koca koca kazanlarda etli pilav
yapılırdı. Sadece etli pilav yapılmakla kalınmaz. Bademli sütlü harika bir tada
sahip helvalar da yapılırdı. Okuldaki çocuklara, çocuklarla birlikte gelen
ailelere yapılan yemekler dağıtılırdı.
Ramazan
ayında da sosyal organizasyonlar devam eder. Teravih namazlarından sonra
ramazan eğlenceleri başlar. Bugün de anlatıldığı gibi o eğlencelerde orta oyunu
olur. Ve tabi ki bir de meddahlar var. Anlattıkları hikayeye daha da bir canlılık
katmak için taklitler yaparlardı. Bir de hayal-i zil denilen gölge oyunları bu eğlencelere
eşlik ederdi.
10 Kasım 2014 Pazartesi
Osmanlı sosyal hayatı...(2)
Kaldığımız yerden Osmanlı sosyal hayatını
anlatmaya devam ediyoruz. Osmanlı
döneminde evler nasıldı? Bu konuda da size bilgi vermek isterim. Ahşap evler
Osmanlı’nın geneline yayılmıştı. Evlerin bahçelerinin olması göze çarpan bir
ayrıntıdır. Kiralar, kiracıları maddi yönden zorlamayacak şekilde azdır. Zaten
fazla kiracı da yoktur. Genelde herkesin
evi vardır.
Osmanlı
evlerinde fazla eşya göze çarpmaz. Ayrıca bu eşyalar da lüksten uzaktır. Haremlik
ve selamlık gibi bölümler ancak büyük evlerde ve konaklarda söz
konusudur. Osmanlı evlerinin bir başka özelliği de çok temiz olmalarıdır. Eve
ayakkabı ile girme gibi bir durum söz konusu değildir.
O dönemki aile kurumu ile ilgili olarak
da birkaç şey söylemek isterim. Zina gibi ahlaka aykırı ilişkiler ailelerde görülmez. Akrabalık
ilişkileri o kadar üst seviyededir ki. Hayatta kimsesi kalmamış, anne ve babası
ölmüş çocuklar akrabalarının yanında hayata yeniden tutunmaya
çalışırlar. Akrabaları bu gibi çocuklara kucak açar. Ahlaki değerlerin bu kadar
yüksek olduğu bir toplumda yetimhane gibi kurumlara da ihtiyaç kalmıyordu.
Osmanlı’da
şehir hayatı nasıldı? Şimdi birazda bundan bahsedelim. Şehirler değişik
dinden insanların ortaklaşa yaşadıkları yerlerdi. Bir yanda Müslümanlar, bir
yanda Hristiyanlar, bir yanda da Yahudiler. Kozmopolit bir yapı ortaya
çıkıyordu. Şimdi nasıl bir şehir ilçelerden oluşuyorsa o zaman da mahallelerden
oluşuyordu. Kadı ve Naipler şehirleri yöneten idarecilerdi. İmam ve mahalle
kethüdası ise mahalleleri yönetiyorlardı.
Akşamları
halkın nasıl vakit geçirdiği incelendiğinde. Cami, kahvehane ve esnaf odaları
toplandıkları mekanlar olarak ortaya çıkıyordu. Meddah ve Karagöz sayesinde bu
yerlerde vakit hoşça geçiriliyordu. Kadınlar ise ev toplantıları yaparak
sosyalleşiyorlardı. Nişan, düğün ve sünnet gibi sosyalleşmenin önünü açan
etkinlikler üzerlerine titizlenerek yapılır.
Cuma
günü resmi tatil. Şehirlerde dini ibadetler herhangi bir sorun olmadan
yerine getiriliyor. Cumartesi günleri havralara giden Yahudiler sokaklarda
görünür. Pazar günü ise Hristiyanların. Onlarda kilisenin yolunu tutarlar. İsteyen
istediği şekilde ibadetini yapar. Buram buram özgürlük kokan bu imparatorluk
yüzyıllar boyunca yaşamayı boşuna hak etmediğini gösteriyor. Sabah okunan ezan
günün başladığının habercisi. Akşam ezanına kadar herkes işinde gücünde. Akşam
namazı ile beraber bir günde sona ermiş oluyor. Dinlenme günü sadece Cuma günü
değildi. Bayramlar, panayırlar ve şenlikler de dinlenmek için bir fırsat olarak
görülürdü.
Genelde
halkın sadelikten yana olduğu görülüyor. Bu her şeye yansımış. Örneğin yemek
için çokça paralar harcanmıyor. Düşük bir bütçe kafi geliyor. Gösterişten
kaçınmanın bir göstergesi olsa gerek çeşit çeşit yemek yapılmıyor.
Genelde tercih edilen yemekler pirinç, sebze
ve et. Boza, pekmez ve bal suyu da yemeklerine eşlik eden içecekleri. Yemekler
sini dediğimiz büyük tepsilerde, tabak yerine ise kalaylı taslar kullanılarak, yerde
yenir.
9 Kasım 2014 Pazar
Osmanlı sosyal hayatı...(1)
Osmanlı’da sosyal hayat nasıldır merak eder dururdum. Ben de
araştırdım, Öğrendim. Bu bilgileri sizinle de paylaşmak istiyorum. Osmanlı sosyal hayatının şekillenmesinde
iki öğe var. Bunlar sizin de tahmin edebileceğiniz gibi din ve gelenekler. Bana
göre Osmanlı’yı Osmanlı yapan dindir. Bunu sosyal hayatı incelediğinizde
görebiliyorsunuz. Yani sana ya da bana göre durumunu ortadan kaldırıyor.
O zamanlar mahalleler nasılmış ilk onu
merak ettim ve inceledim. O zamanlar muhtar diye bir şey yok. Bildiğimiz anlamda
muhtar Osmanlı’ya 2.Mahmut ile gelmiş. Muhtar yerine o zamanlar din büyükleri
bakıyormuş. Mahalle ve köylerde camiler merkez kabul edilirmiş. Ve evler kıbleye
göre yapılırmış.
Tabi o zamanlar Osmanlı’nın
mahallelerinde ve köylerinde komşuluk ilişkileri, insan ilişkileri çok üst
düzeydi. Yapılanlara baktığımızda bugün için hayal gibi görülüyor. Nasıl
mı? Mahallede kavgalı olanlar varsa onları barıştırmak için mahalleli uğraşıp
dururmuş. Düşünsenize etrafınızda devamlı böyle pozitif insanlar var. Bir de
şimdiyi düşünsenize kim kime dum duma.
foto kaynak: unsplash.com |
Osmanlı’da vakıf çok önemli bir
konumda. O kadar ki mahalle ve köylerde bile vakıflar var. Onlara da Avarız Vakıfları deniyor. Bu vakıfların
kuruluşunda zenginler devreye giriyormuş. Bu vakıf nerede kurulacaksa mahalle ya
da köy oranın zenginleri öncülük edip vakıfı kurarlarmış. Bu olayı şimdi
düşünebiliyor musunuz? Nerede apartmanlarda kapı komşuları birbirini bile
tanımıyor. Peki ne yapıyor bu vakıflar derseniz.
Bu vakıflar cenazelerini kaldıramayan
fakir fukaraya yardım ediyor ki cenazeleri kaldırılsın. Cami, mescit ve okulların
kırık dökükleri varsa onları yapmak. Veya ihtiyaç varsa tabi yenilerini
açmak. İlginç bir ayrıntı daha var. Mahallenin imamının, müezzininin ve öğretmeninin
parası şimdiki gibi bakanlık tarafından verilmiyor. Onların maaşlarını da kendi
bünyelerinde veriyorlar. Yani Avarız
Vakıfları sayesinde. Bu demek oluyor ki. Her mahalle kendi yağıyla
kavruluyormuş.
Bu vakıfların yaptıkları bir ey daha
var. Onu da söylemeden geçmeyelim. O zamanlar su işleri diye bir bölüm yok. Su
işleri de bu vakıflara düşüyor yine. O da su yolu dediğimiz yeni yollar açmak.
7 Kasım 2014 Cuma
Güldür Güldür komedi dünyasına ne kattı?
Güldür Güldür programı komedi dünyasına
ne kattı bugün ona biraz bakalım diyorum. Bu işin başlangıcını biliyorsunuz ki
Çok Güzel Hareketler yapmıştı. Ondan sonra bu skeç programları aldı yürüdü. Bu
işi analiz ederken doğal olarak o programı baz alıp değerlendirmede
bulunacağım.
Hareketlerde skeç ortasında oyunun
durması gibi bir durum yoktu. Skeçle ilgili her şey skeç bittikten sonra
söyleniyordu. Ama Güldür Güldür skeç oynanırken durdurma gibi bir durum icat
etti. Çok da güzel yaptılar. Onların dışında başkaları yapsa bu kadar güzel olur
mu? Onu bilmiyorum. Skeçi durdurma oynanan skeçin kalitesini düşüreceğine aksine
bir kaldıraç görevi görüyor. Tabi burada Ali Sunal’ı kutlamak gerekiyor. Nerede
durduracağını ve ne söyleyeceğini çok iyi biliyor.
Yine Ali Sunal ile ilgili bir şey
söyleyeceğim. Seyircilerle yaptığı sohbetler de skeçler kadar komik geçiyor. Ali
Sunal o konuşmaları o kadar iyi yönlendiriyor ki. Nereden ne çıkaracağını çok
iyi biliyor. Bu gerçekten bir yetenek. Ne de olsa genler bu ülkenin komedi
üstatlarından olan Kemal Sunal’dan geliyor.
Sonra oynayan oyuncuların sahnede
takma bir adlarının olması. Hareketlerde bu durum karmaşa yaratıyordu. Bu sayede
oyun oynanırken isim hafızası gerektiren bir olay ortadan kalkmış oluyor. Bu
durumun da oyuncular üzerinde büyük bir rahatlama sağladığını düşünüyorum.
Ve en önemli özelliği. Bu olmasaydı
zaten bu kadar fırtınalar yaratamazdı. Gerçekten öyle. Şu anda Güldür Güldür
programı reytingleri alt üst ediyor. Bunun tek sebebi de kendine ait komedi
kültürü oluşturması. Baktığınızda konular çok saçma gibi gelebilir. Ama o
konulardan bir kültür oluşturdular. Ben buna soyut komedi diyorum. Bu adamlar ve
kadınlar bunu başardılar.
Bunun dışında bir özellikleri daha
var ki. O da bu kadar tutmasında ,sevilmesinde en büyük etkenlerden biri olarak
karşımıza çıkıyor. Siz de fark ediyorsunuzdur. Oynarken o kadar zevk alıyorlar
ki. Yani bunu bir iş olarak görmüyorlar. Severek yaptıkları o kadar belli oluyor
ki. Bu enerji de hem stüdyodaki hem de ekrandaki seyirciye geçiyor. Hani bir laf
vardır. Mesleğini çok sevenler söylerler bunu, ”Ben sevdiğim işi yapıyorum. Üstüne
de para veriyorlar” derler ya. Bunlar da o şekil olmuşlardır.
Çok da iyi bir takım
olmuşlar. Birbirlerini o kadar çok iyi tanıyorlar ki. Bu da skeçlerde o kadar
işlerine yarıyor ki. Çok rahat doğaçlama yapma imkanı buluyorlar. Bu da skeçe
daha da bir renk katıyor.
İşin özeti Güldür Güldür televizyon
dünyasına damgasını vurmuştur. Ve vurmaya devam edecek gibi görünüyor. Bu gibi
zirve yapmışlar programlarda ne zaman bu işin sonlandırılacağı büyük önem
taşır. İşin tadını kaçırmadan işi zirvede bırakmak en iyisi. Belli olmaz
bakarsınız Tolga Çevik gibi o işten yıllar sonra yine ekmek yiyebilirsiniz.
2 Kasım 2014 Pazar
Sabaha kadar oturduğum geceler...
Sabahın 06:30’u.Ve ben bu saate kadar hiç uyumadım. Sabah
kalkıp gidecek bir işim yok ki. Onun için oturabildiğim kadar oturuyorum. Yıllar
öncesinde de böyle otururdum sabahlara kadar. O zamanlar yine çalışmıyordum. Gece
NBA maçları olurdu. Onları izlerdim. Olmadı tartışma programları. Futbol tartışma
programlarını da izlerdim ama genelde siyasi tartışmaları izlerdim. Çünkü her
gece futbol tartışma programı olmazdı. Gerçi şimdi de olmuyor.
Çay yapardım
kendime.1-2 bardaklık. Benim içeceğim kadar. Geçerdim televizyonun karşısına. Oh
keyfime diyecek yoktu. Televizyonumuzun tam karşısında bir koltuğumuz
vardı. Kurulurdum ona. Bazen ayaklarımı uzatırdım. Kafamı da koltuğun kulpuna
koyardım. Sanki koltukta değil de bir bahçedeki hamakta yatarmışım gibiydi o
halim.
foto kaynak: unsplash.com |
Bazı geceler
babam eşlik ederdi bana. Bazen de kardeşim. Ama genelde babam olurdu yanımda. Çok
seyrekte üçümüz beraber olurduk. Bir de futbol tartışma programı açmışsak. Ev tam
bir kahvehane gibi olurdu. Futbol sohbeti gırla giderdi. Hepimiz heyecanla lafa
girip kendi düşüncemizi söylemek için bir aslanın avını beklediği gibi
beklerdik. Gerçekten o konuşmalarımız şu an bile lafı edilmeye değer
konuşmalardı. Zevk alırdık konuşurken. Sanki hepimizin ağzından bal damlardı.
O gecelerde
sabahlara kadar kim bilir kaç defa NBA maçları izlemişimdir? O kadar ki günlük
olarak maç saatlerini takip eder hale gelmiştim. O zamanlar Mehmet Okur hala
oynuyordu. Bir de Hidayet Türkoğlu vardı işte. İki kişicik. Gerçi şimdi de fazla
yok. NBA’de oynayanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bu ülke neden
basketbolcu yetiştiremiyor? Bunu sorumluların başlarını iki ellerinin arasına
alarak düşünmeleri gerekir.
Televizyon
başında, ”Haydi Hido, Haydi Memo” derdim. Sanki televizyondan değil de basketbol
tribününden maçı canlı canlı izliyormuşum gibi. Bazen maçlar sabah 06:00’da ya
da 07:00’de başlıyordu. Hale bakın. Biz daha yeni kalkarken adamlar basketbol
oynuyorlar. Tamam bu doğal bir şey ama. İnsan yine de garipsiyor.
İnsan öyle
geceyi ayakta geçirince yarasa gibi oluyor. Işıktan kaçıyor. Doğru yatağa
koşuyor. Ama o uykunun hiçbir faydası olmuyor. Çünkü gece uykusu başka. Gece
uykusunun yerini tutmuyor. Böyle sersem sersem dolaşıyorsun ortalıkta. Ruh
gibi. Birileri ruh çağırsa hemen seni gönderirler. O kadar yani.
Böyle
gecelerin sabahlarında dışarı çıkıp hava almak gibisi yoktur. Şöyle derinden
derinden çekersin nefesini. Ciğerler bayram eder yani. Sabahın o havası insanı
kendine getirir. Ne var ki bu da geçicidir. Tekrar içeriye girdiğinizde bir zaman
sonra uyuşturucu içmiş de kafanız dumanlanmış şekline yine geri dönersiniz. Bir
yandan da yarın ki gece için ne yapacağınızı planlamaya başlarsınız. ”Hangi
tartışma programları var? NBA maçı var mı? ”Böyle kafanızda bin tilki
dolaşır da, hiç birinin kuyruğu birbirine değmez.
Öyle
gecelerde daha önce izlemediğim, peşin hükümlü olduğu dizileri de izlerdim. Hiç
bir önyargım olmadan. Böyle yaparak Kapalıçarşı diye bir dizi vardı. Nejat İşler’in
oynadığı. Onu keşfettim. Sonra sıkı bir takipçisi olmuştum o dizinin. Peki siz
neler yapıyorsunuz böyle gecelerde?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)