Powered By Blogger

28 Kasım 2014 Cuma

BENİM DÜŞÜNCEM: Lavaşı da Ermenistan kaptı...

BENİM DÜŞÜNCEM: Lavaşı da Ermenistan kaptı...:         Lavaş ekmeğini Ermenistan tescil ettirmiş.Bu kaçıncı?Değerlerimize olan bu vurdumduymazlığımız daha ne kadar devam edecek? Kültür ...

Lavaşı da Ermenistan kaptı...

        Lavaş ekmeğini Ermenistan tescil ettirmiş. Bu kaçıncı? Değerlerimize olan bu vurdumduymazlığımız daha ne kadar devam edecek? Kültür Bakanlığı’nın görev tanımı içerisinde bu değerleri takip etme ve uluslararası alanda bizim adımıza tescil ettirme gibi bir görevi yok mu? Böyle haberleri duydukça…İster istemez üzülüyor insan. Hangimiz üzülmeyiz ki?

       Kültür Bakanlığı bu gibi işler için bir özel ekip kurmalı. Bu ekibin görevi sadece bize ait değerlerimizi Unesco’da tescil ettirmek olmalı. Yine de haklarını yemeyelim. Kültür Bakanlığı Unesco’ya bu konuda başvuruda bulunacakmış ama. Ne kadar sonuç alırız varın siz düşünün. Önemli olan testi kırılmadan bir şeyler yapmak değil midir?

        Daha önce baklava ile ilgili yine buna benzer bir durum yaşanmıştı. Bu örneklerden ders çıkararak bu konularda gevşek bir tutum sergilemeyi artık bırakmalıyız. Her yıl artan turizm gelirlerimizden bahsediyoruz. Övünüyoruz doğal olarak. Göğsümüz kabarıyor. Daha da fazla turizm geliri hedefliyorsak…Ki hedefliyoruz…Bu tescil olayının üzerine ciddiyetle eğilmeliyiz. 

Lavaş
foto kaynak: unsplash.com

       Turistler lavaşı anavatanında yemek istemeyecekler mi? Bu sayede oraları gezip görmek istemeyecekler mi? Peki Ermenistan’ı mı gezmeye gidecekler? İşte bu kadar önemli bu tescil olayı. Ben ülkemizi dünyanın en çok turist çeken yeri olarak hayal ediyorum. Bu elbette ki bir ütopya değil. Bir fantezi düşünce asla değil.

        Bu durum benim gururuma dokunuyor. Eminim sizin de öyledir. Lavaş, baklava…Bizi biz yapan değerler bunlar. Lavaşı kullanmadığımız yer mi var? Çiğ köftemizin vazgeçilmezidir lavaş. Onsuz çiğ köfte eksik kalır. Bundan birkaç sene öncesi. Kankim Semih ile çağrı merkezinde çalışırken…Gece vardiyasında az sipariş etmezdik çiğ köfteyi. 

         Ya tantuni. Lavaşsız düşünülebilir mi?Dünyanın en temiz mutfağı bizde. Gidenler görenler hep böyle söylüyor. Biz, gidip görmesek de…Televizyonlar vasıtasıyla bilgi sahibi oluyoruz…Dünya mutfaklarındaki yiyecekleri bir göz önüne getirmeniz yeterli olacaktır…Sırf bu açıdan bile bu ülkede doğmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum.

        En çok tercih ettiğimiz bir numaralı yiyecek dönerde bile lavaş kullanıyoruz. Lavaş sadece bunlarda değil. Ayrıca yemeğin yanında ekmek olarak da tüketiliyor. Örnek olarak Gaziantep…Yaz ayları saçlarda lavaşlar yapılıyor. 

        Daha sonra yapılan bu lavaşlar güneşin altında kurumaya bırakılıyor. Kuruduktan sonra bir odaya bırakılıyor. Yiyecekleri zaman lavaşların üzerine elleriyle su serpiyorlar. Bu şekilde yemeklerin yanında ıslak olarak tüketiliyor.

         Bu kadar kültürümüzün içinde bir yiyeceğimiz lavaş…Şimdi buna başkaları sahip çıkıyor. Sahipleniyor…Bu değer bizimken…Niye başkalarının olsun. Bir turist, lavaş ekmeğini görünce niye, ”Ermenistan yiyeceği” desin. Turkish Delight artık dünyada bir sloganımız olmadı mı? 

         Belki bilerek, belki de bilmeyerek bu tip bir slogan üretmiş olduk. Bu da bizim ülkeler arasındaki tanınırlığımızı artırdı. Bu açıdan da baktığımızda olayın sadece basit bir tescil meselesi olmadığını görüyoruz. Ne kadar ürünlerimizle dünyada adımızdan söz ettirirsek o kadar kültürümüzü tanıtmış. Ve aynı zamanda turist trafiğimizi artırmış olacağız.

25 Kasım 2014 Salı

Ntv'de Akp'yi kayirmis...

       Koskoca Ntv’ye bu yakışmadı. Biz Ntv’yi böyle görmeye alışmadık. Bu akşam saat 17:00 haberlerini beklerken. Ntv’de bir yazı çıktı. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde yayınlarında adaylardan Recep Tayyip Erdoğan’ı kayırmış. Bunun için yayını beş kez süreyle durdurulmuş. Koskoca Ntv’de bu gibi bir yazıyı görünce üzüldüm açıkçası. Türkiye’nin ilk haber kanalından böyle bir şeyi hiç beklemezdim.

         Ntv’yi sevmemizin nedeni yayınlarındaki tarafsızlığıdır. Bugüne kadar ayakta kalmasının tek sebebi de budur. Ntv’yi Ntv yapan bu tarafsızlığıdır. Bugüne kadar Ntv çok sevilen programlarını yayından kaldırmasına rağmen hala ayakta ise bunu tarafsızlığına borçludur. Nedense Ntv artık bir klasik haline gelmiş (Klasik olmasını da kendisi sağlamıştır) programları yayından kaldırdı. 

         90 Dakika programı. Futbol programında bir çığır açmıştır. Futbol programından çok bir spor programıydı. Tenis, Basketbol, voleybol vs. Spora dair her şey konuşulurdu. İşte böyle bir programı yayından kaldırdı Ntv.

NTV
foto kaynak: unsplash.com


         90 Dakika’da bağırma çağırma olmazdı diğer programlar gibi. Ben Kenan Onuk’un son zamanlarına yetiştim. İyi ki yetişmişim. Bir program nasıl yapılır. Nasıl yönlendirilir. Kenan Onuk sayesinde onu gördüm. O bizi bırakıp gittikten sonra da aynı formata devam edildi. Sadece Kenan Onuk’un anısına kaldırılmamalıydı 90 Dakika. 

          İlk başta sadece Hıncal Uluç ve Haşmet Babaoğlu vardı. Bence en güzel zamanları da bu zamanlardı. Öncelikli olarak sporda haftanın olayı konuşulurdu. Ama sırayla. Önce sözü Haşmet Babaoğlu alırdı. Konuşma sırasında Ne Hıncal Abi ne de Kenan Abi sözünü kesmezdi. Sonra Hıncal Abi sözü alırdı. Bu sefer o konuşurken kimse sözünü kesmezdi. İşte böyle konuşana saygılı bir programdı 90 Dakika.

          90 Dakika’nın yayından kaldırılması üzerine Haşmet Babaoğlu bir yazı kaleme aldı. Yazıda,”Ntv’nin neden programı yayından kaldırdığını anlamadığını, Ntv’yi,Ntv yapan programların neden kaldırıldığını, Ntv’nin kendisine sorması gerektiğini, bir muhasebe yapması gerektiğini söyledi. Ve her şeye rağmen yine de Ntv’yi sevdiğini söylemişti. 

           Fakat Ntv’nin bu ilk ve son vukuatı olmayacaktı. Sonra, artık Ntv ile özdeşleşmiş Murat Kosava’yı işten çıkardılar. Herkes bu duruma hayret etti. Ve çokça da yadırgandı. Bunun üzerine her ne olduysa Ntv yeniden Murat Kosova’yı işe aldı.

           Ntv’deki bu yönetim karmaşası bununla da kalmadı. Son olarak da Gece Gündüz programıyla iç içe geçmiş sunucusunu Yekta Kopan’ı işten çıkardılar. Gerçekten Ntv’yi anlamak imkansız bir hal aldı. Ne düşünüp de böyle adımlar atıyorlar inanılmaz. Biraz argo olacak ama resmen kendi ayaklarına sıkıyorlar. Ve Ntv elindeki değerleri bir bir kaybede kaybede bugüne geldi. 

           Ve artık anlaşılıyor ki. Elindeki kalmış son ve en büyük değerini, tarafsızlığını kaybedecek duruma gelmiş. Şahsen ben Türkiye’nin ilk haber kanalı olan Ntv’yi böyle görmek istemiyorum. Dilerim RTÜK’ün verdiği bu ihtarı dikkate alırlar. Ve içlerinde bir muhasebe yaparlar. Yoksa Ntv toplum gözündeki saygınlığını da kaybedecek.

24 Kasım 2014 Pazartesi

Osmanlı'nın doğuşu:Merhaba Söğüt

        Osmanlı tarihini çok sevenler için bir kitap önerim olacak. Merhaba Söğüt. Yazarı Yavuz Bahadıroğlu. Kitabı yeni bitirdim. Bu kitap Yavuz Bahadıroğlu’nun okuduğum ilk kitabıydı ayrıca. Kütüphanede kitap bakarken denk geldi. Bu kadar ismini duymuşken okumamak olmaz diye düşündüm. Kitabın adına baktım. Merhaba Söğüt. Tam istediğim gibi Osmanlı ile ilgiliydi. ”Beğenmesem bile. Hiç olmazsa Osmanlı’nın kuruluş dönemine dair bilgi edinirim” diye düşündüm. İyi ki de öyle düşünmüşüm. Bu kitabı okumamış olsaydım. Gerçekten üzülürdüm. Bir Osmanlı tarihi seveni olarak.

        Kitap, Kayı Han boyu beyi Gündüz Alp ile başlıyor. Ve oğlu Ertuğrul Gazi ile bitiyor. Ta ki, Söğüt ve Domaniç çevresine yerleşene kadar olan dönemi anlatıyor. Adından da anlaşılacağı gibi. Tarih romanı yazmak kolay değildir. Normal romana göre daha bir maharet ister. Yazar yazacağı tarihi çok iyi bilmeli. Özümsemeli. 

         Anlattığı tarihteki devletin gelenek ve göreneklerini iyi bilmeli. Romanında bunları aşağılayacak bir tavır takınmamalı. Modern bir tarih romanı yazmak isteyenler duvara toslarlar. Ve sadece yazdıklarıyla kalırlar. Ve o kitap hiçbir değer ifade etmez. Bu nedenlerle çok dikkat edilmeli. Ama Merhaba Söğüt öyle bir kitap ki. Yıllar geçse de eskimeyecek bir yapısı var. O zamanı o kadar iyi yansıtmış ki. Osmanlı tarihini seven bir kişi kitabı okuduğunda bunun hemen farkına varacaktır.

Osmanlı'nın Doğuşu: Merhaba Söğüt

         Kitapta ilk dikkatimi çeken şeylerden biri. Daha o zaman. Osmanlı bir beylikken başlamış bu fitne işleri. Anlaşılıyor ki bu tip insanlar tarihin hiçbir yerinde eksik olmuyorlar. Menfaatleri için yapmayacakları şey kalmıyor. Ve nedense bu fitneler her zaman işe yarıyor. Ve bu fitne nedeniyle dört kardeşin arası açılıyor. 

          Bu dört kardeşten en baskın olanı Ertuğrul Bey. Olaya el koyuyor. Ve kardeşi Dündar ile anlaşıyorlar. Dündar, Ertuğrul’un bey olmasına karşı çıkmıyor. Destekliyor. Diğer kardeşler Sungur Tekin ve Gündoğdu ise tekrar geldikleri yere Ahlat’a dönüyorlar. Böylece beylik bölünmüş oluyor.

          Ama buna rağmen Ertuğrul Gazi durmuyor, ileri devam ediyor. Çünkü onun bir ideali var. Bu idealinden güç buluyor. O devlet olmayı istiyor. Hem de öyle bir devlet ki. İstanbul’u fethederek peygamberimizin müjdelediği komutanı çıkaracak devlet olmak. Kim bilir. Belki ötelerde, İstanbul fethedildiği zaman haber edilmiştir kendisine.

         Kitapta en etkileyici sahnelerden biri. Gündüz Alp’ten sonra beyliğe kimin seçileceğine karar verilecek olan meşveret toplantısı. Ve orada yaşananlar. Diyorum ya. ”Bahadıroğlu çok iyi anlatmış” diye. TRT 1’de yeni bir dizi başlayacak. Ertuğrul Gazi’nin hayatını anlatacak olan. O dizide ”Muhakkak bu kitaptan yararlanılmalı” diye düşünüyorum.

         Kitabın bu kadar iyi bir eser olarak ortaya çıkmasındaki etkenlerden biri de. Osmanlı için dinin nasıl algılandığını çok iyi analiz etmiş olmasıdır. Tabi bunun yanında yazarlık hüneri de var. Analiz başarılı olabilir. Fakat yazıyla ifade edilememiş olabilirdi. Ama Bahadıroğlu uyumu çok iyi bir şekilde yakalamış. O dönemi merak eden herkes için bir başucu eseri niteliğinde.


NOT: Okuyucularım! Yazılarım hakkındaki düşüncelerinizi merak ediyorum. Bu kitabı okumuş olabilirsiniz. Okumamış da olsanız yine de söyleyecekleriniz olabilir. Buyrun fikirlerimizi paylaşalım.

Ayrıca hakikat.cem@gmail ulaşabilirsiniz.

Foto kaynak:Pixabay.com

Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

Prandelli'nin hala teknik direktörümüz olmasından utanıyorum...

         Galatasaray’ımızda ne olup bittiğini bilen ya da anlayan var mı?Ben bu zamana kadar böyle keşmekeşlik içinde bir yönetim görmemiştim.Yönetim de yanlış oldu.Daha doğrusu yönetimsizlik.Sözde GS’da başkan var.Ama var mı yok mu belli değil.Varlığıyla yokluğuyla bir derler ya o şekil.Duygun Yarsuvat Başkanın akil adam görünüşü var.Bende şahsen böyle bir intiba bıraktı.”Bir büyük ne de olsa.Bu dönemi evirir çevirir GS için faydalı bir dönem yapar”demiştim seçildiğinde.Ama öyle olmadı.Gelen gideni aratır derler ya.Ünal Aysal Başkanı arar olduk.Hiç olmazsa yapılanlar ne kadar yanlış olsa da her yapılanın altında onun imzasına olan inancımız tamdı.Ama şimdi öyle mi?Duygun Yarsuvat Başkan sadece başkanlık koltuğunda oturuyor.O kadar.Fakat yönetim işini başkaları yapıyor.Ve maalesef yönetimden anlamayan kişiler yapıyor.Galatasaray’ımıza yazık ediyorlar.Farkında değiller.
          Şu anda GS’ı yönetmeye çalışan kişi olarak Abdürrahim Albayrak görünüyor.Albayrak’ın GS’lılığından kimsenin şüphesi yoktur sanırım.Yaptığı her işte GS’ın menfaatini düşünüp yol aldığından da yüzde yüz eminim.Ama şu da bir gerçek ki.Albayrak’ın yönetimde alması gereken görevi bir GS’lı çocuğa sorsanız bile bilir.Florya’da futbolcularla ilgilenmek sadece.Bunun dışında takımın başındaki teknik direktörün kalması ya da gitmesi kararını vermek gibi kararlar onu aşar.Herkes bildiği işi yapmalı.Albayrak nasıl parladı.Biz GS taraftarının gönlünde nasıl taht kurdu?Takımın başına teknik direktör seçerek girmedi gönüllere.Bilmediği bir işi yapan her zaman yanlış kararlar alır.Böyle bir şey kendisine geldiğinde Albayrak’ın böyle bir sorumluluğun altına girmemesi beklenirdi kendisinden.Ama çözüm yolları için bu işin ehli kişilerle görüşebilir.En azından bir organizatör görevi görerek ilgili kişileri bir araya getirebilirdi.
           Albayrak bu işin önüne gelmesi heyecanına yenilerek bu işi hemen kabullenmiş.Ama göz ardı ettiği şeyler var.Yaptığı uygulamalar GS’a ciddi zararlar veriyor.Prandelli gibi GS’a geldiğinden beri hiçbir şey verememiş bir adamı takımın başında tutmaya bu kadar ısrar etmenin nedeni ne?GS’ın şansına ki ligde çok şey kaybetmedi.Prandelli’yi gönderirseniz GS’ın hala şansı var.Daha hiçbir şey kaybetmemişken.Yol yakınken.Gelin bu yanlış olan ısrarlı kararınızdan dönün.

            GS’ı kimsenin anlayamadığı bir sistemsizlikle oynatan.Ve bu oyunuyla GS’ı Avrupa’da kepaze eden bir teknik direktörü hala nasıl takımın başında tutabiliyorsunuz.GS ilke olarak kendine,”Türkiye’nin Avrupa’ya açılan kapısıdır” sözünü ilke edinmiştir.Böyle bir takımın hocası,bir Şampiyonlar Ligi maçından sonra,nasıl olurda,”Bizim hedefimiz lig şampiyonluğu”diyebilir.O açıklamadan sonra bir dakika bile GS’ın başında tutulması hata değil midir?Bugüne kadar hiçbir yabancı teknik direktör böyle bir açıklama yapmamıştı.Ben bir GS’lı olarak hala teknik direktörümüzün Prandelli olmasından utanıyorum.

15 Kasım 2014 Cumartesi

Osmanlı Devleti'nde ekonomik hayat...(1)

        Osmanlı’da ekonominin ana damarı tarımdı. Bu nedenle mahsul alınan toprak her yönden en iyi şekilde değerlendirilmeliydi. Üretime katılmamış bir toprak parçası kalmaması için titiz bir çalışma yürütülüyordu. Bunun yanında toprağın üretime katılmasıyla süreç bitmiyordu. Bir de o toprağın iyi işlenmesi, topraktan en iyi şekilde verim alınması gerekiyordu. Toprağın iyi işlenmesi daha fazla mahsul ve doğal olarak daha fazla vergi demekti. Fazladan vergilendirme yapılmaması içinde çıkan mahsulün net olarak tespit edilmesi sağlanırdı. Zincir bu şekilde birbirine bağlanmıştı.

         Osmanlı’da ekonomik dünyada tek şey amaçlanmıştı. Halkın kimseye muhtaç olmadan yaşaması. Bu nedenle üretim yapılırken dikkat edilen şey ne kadar ihtiyaç olduğuydu. İhtiyaca göre üretim dengesi gözetiliyordu. Eksik üretim gibi bir durum söz konusu olduğu durumlarda ise ithalat yapılıyordu. Osmanlı Devleti’nin ekonomi politikası argo deyimle kendi yağıyla kavrulmaydı.18.yüzyıla kadar kendi yağıyla kavruldu. Hiç bir ülkeye muhtaç olmadan bir ekonomik yaşam sürdürdü.

Osmanlı Devletinde ekonomik hayat
foto kaynak: unsplash.com

         Ancak 18.yüzyılla beraber Osmanlı ekonomisi sinyaller vermeye başladı. Coğrafi keşifler en büyük darbeyi Osmanlı Devleti’ne vurdu. Yeni ticaret yolları Osmanlı’dan geçen ticaret yollarını önemsiz kıldı. Bu da yetmezmiş gibi bir de Osmanlı Devleti yeni ticaret yollarının çok uzağında bir yerde kalmıştı. Dış ticaret artık Osmanlı’nın elinde değildi. Bunların dışında bir de evvelden beri devam eden kapitülasyonlar meselesi vardı. 

          O da ekonomiye bir gedik açmıştı. Ve bu gedik gün geçtikçe ekonomiye daha fazla kan kaybettiriyordu. Ekonominin kontrolünün Osmanlı’dan Avrupa’ya geçmesi doğal olarak Osmanlı’nın Avrupa ile olan ilişkilerini sıklaştırmasını gerekli kıldı. Ekonomide Osmanlı’nın gardının düşmesini Avrupalı devletler fırsat bilmişti. Sadece belirli ülkeler için geçerli olan kapitülasyonlar Avrupalıların siyasi kulisleri sayesinde artık tüm Avrupa'yı kapsıyordu.

           Avrupa’daki sanayi inkilabı Osmanlı ekonomisinin sarsılmasına neden oldu. Sanayi inkilabının somut örnekleri iç pazarda kendini göstermeye başladı. Osmanlı’da yerli sanayi bitti. El tezgahları dönemi son buldu. Atölyeler ise bir bir kapandı. Bir zamanların kendi kendine yeten ülkesi Osmanlı artık kendini geçindiremiyordu. Osmanlı her ne kadar istemese de bir zaman sonra Avrupa’ya bağımlı hale gelmekten başka çaresi kalmamıştı. Avrupa bunu da fırsat bilmişti. Her zamanki gibi. Artık Osmanlı’da Avrupa’nın açık pazarlarından biri haline getirildi.

           Yazımızın başında da belirttiğim gibi Osmanlı’da ekonominin lokomotifi tarımdı. Tarım sahasında topraklar en verimli olanlarına göre bölümlendirilmişti. En iyi topraklar miri toprak olarak isimlendiriliyordu. Miri topraklar devletin elinde olurdu. Devlet topraklarının bakımını, işlenmesini, ürünün kaldırılmasını halkına bırakmıştı. Her aileye toprak paylaşımı yapıyordu. Toprak paylaşımı yaparken dikkat ettiği nokta ise o ailenin o topraktan geçimini sağlaması kriteriydi. Az önce miri toprak diyerek toprağın isimlendirilmesi hakkında bir parça da olsa bilgi vermiştik. Daha sonra bu konudan Osmanlı ekonomisini anlatmaya devam edeceğiz.

13 Kasım 2014 Perşembe

Osmanlı'da Lale Devri...(2)

        Lale Devri’ni anlatmaya devam ediyoruz. Lale Devri’nde hiç iyi bir şeyler olmadı mı onları anlatıyorduk en son. Matbaadan bahsetmiştik. En son Nedim’de kalmıştık. Nedim, Osmanlı edebiyatına yaptığı çevirilerle katkıda bulundu. Bu işi kendinin başkanı olduğu bir kurul vasıtasıyla yaptı. Yaptıkları çeviriler batı ve doğu dillerindendi.

        Kitap demek kağıt demek. Bir kağıt fabrikası gerekiyordu. Hemen İzmit’te fabrika çalışmalarına başlandı. Lale Devri’nde yangınlardan İstanbul başını alamazdı. Artık buna bir tedbir alınmalıydı. Bunun için o zamanlarda itfaiyeciler diyebileceğimiz tulumbacılık diye bir teşkilat kuruldu. Lale Devri’nde olan İstanbul’a olmuştu. Eğlenceye dalıp gitmişlerdi. Bu durum sadece İstanbul ile sınırlı kaldı. Anadolu ve Rumeli’yi etkilemedi. Oralardaki yaşam Lale Devri’ndekinden öncesi gibi aynen devam etti.

         3.Ahmet yaptığı bazı uygulamalar halkın yaşamını daha da zorlaştırdı. Bunlardan biri paranın değerini düşürmesiydi. Bir başkası da iltizam usulü(vergileri aracılar eliyle toplama)vergileri genelleştirmesiydi. Sadece bu vergiyi genelleştirmekle kalmadı. İstanbul’daki esnaf zanaatçılar da bu vergilendirmeden nasibini aldı. Onlar da artık vergi vereceklerdi. Bu doğal olarak kentte huzursuzluk yarattı.

Lale Devri
foto kaynak: unsplash.com

         3.Ahmet ile ilgili bu huzursuzluk yaşanırken bir yanda da bu sefer memurlar Damat İbrahim Paşa’dan yakınıyorlardı. Yükselmeyi bekleyen bir çok memur hala aynı yerlerinde sayıyorlardı. Bu durum homurdanmalara neden oldu. Memurlar sadece bundan şikayetçi değillerdi. Şikayetçi oldukları bir başka konu da Damat İbrahim Paşa’nın kendilerini, kendi adamlarına memur etmesiydi.

         Kazan artık giderek kaynıyordu. Bardağı taşıracak son damlanın gelmesi de yakındı. Tarihler 1723’ü gösteriyordu. Osmanlı için savaş vaktiydi. Bu sefer ki rakip İran’dı. İran’la yapılan bu savaşın bir özelliği vardı. Bu savaş devamlı, sürekli devam eden bir savaş değildi. Aralıklarla devam eden bir yapısı vardı. Bu savaş nedeniyle koyulan vergiler bardağı taşıran son damla olmuştu. 

         Halk isyan noktasına geldi.28 Eylül 1730’da bu isyan somut hale gelmiş ve ayaklanma başlamıştı. Damat İbrahim Paşa’ya karşı olanlar için bundan iyi fırsat olamazdı. Damat İbrahim Paşa karşıtlarının lideri Kaptanı-ı Derya Mustafa Paşa, eski bir denizci olan Patrona Halil’i söylemleriyle argo bir deyimle gaza getirdi. Patrona Halil bunun üzerine İstanbul’da ayaklanma çıkardı.

         Ve üç günün sonunda artık İstanbul isyancıların elindeydi. İsyan Damat İbrahim Paşa karşıtı olarak çıkmıştı. Ve doğal olarak isyancılar Damat İbrahim Paşa’nın idamını istediler. Yakın adamları da bu isteklerinin içindeydi. Onların da idamını istiyorlardı.3.Ahmet şimdi ne yapacaktı?3.Ahmet olayın ciddiyetini anlamıştı. Atacağı adımlar tahtta kalıp kalmayacağını belirleyecekti. Ve beklenildiği istenilenleri yaptı.

         Ama buna rağmen tahtta yine de kalamadı. Patrona Halil’i maşa olarak kullanan devlet adamları için sahneye çıkma sırası gelmişti. Onların isteğiyle artık padişahlık koltuğunda 1.Mahmut oturacaktı. Ayaklanma sırasında isyancılar Lale Devri’nde yapılan binaları hedef aldılar. O binaların her yerini ateşler içinde bıraktılar. Yanan bu ateşler artık Lale Devri’nin de bittiğinin göstergesiydi.

12 Kasım 2014 Çarşamba

Lale devri...(1)

         Bugünkü konumuz Lale Devri. Bu devir 1718 ile 1730 yılları arasındaki dönemdir. 12 yıl gibi kısa bir süre olmasına rağmen Osmanlı dönemine damga vurmuştur. Batıya benzemeye çalışmanın ilk adımları bu dönemde atıldı. İlk batılılaşma hareketidir. Zevk ve sefa bu dönemi tanımlamak için kullanılan kelimelerdir. İsim lale çiçeğinden gelir. O zamanda lale çiçekleri her yeri sarmış. Ve gün gelmiş. Bu çiçeklerin ünü dünyayı sarmış.

         Lale Devri’nin ana karakteri Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’dır. 1718’de Sadrazamlığa getirilmiştir. Padişah koltuğunda 3.Selim oturmaktadır. Yaptığı ilk iş Pasarofça antlaşmasını imzalamak oldu. Bu anlaşma 1714’ten beri Avusturya ve Venedik ile yapılan savaşın bittiğinin resmiyet kazanmış bir belgesiydi. Avrupa ülkelerinin büyük devlet olma yolunda adımlar attığını İbrahim Paşa görmüştü. Ve bir çıkış yolu arıyordu. Bu çıkış yolunu Avrupa'da ne yapılıyor onu öğrenmek ve kendi ülkesinde aynısını tatbik etmekte görmüştü.

         Avrupa'yı yakından tanıması gerekiyordu. İşe ilk olarak İstanbul’daki elçilerle sıcak ilişkiler kurarak başladı. Daha sonra bunu Avrupa'yı gidip yakından görmelerini istediği elçiler takip etti. Gönderdiği elçiler Avrupa'da ne olup bittiğini öğrenecekler ve İbrahim Paşa ile bunları paylaşacaklardı. En çok merak ettiği şey Avrupa'nın toplumsal ve ekonomik yaşamıydı.

Lale Devri
foto kaynak: unsplash.com

          Bu elçilerden Yirmisekiz Mehmet Çelebi, İbrahim Paşa’nın tam da istediği şekilde raporlarla 1720’de gittiği Paris’ten 1721’de dönmüştü. Belgeleri inceleyen İbrahim Paşa’da, kurtuluşun Avrupalı gibi yaşamakta olduğu kanaati daha da güçlendi. Artık duracak zaman yoktu. Bir an önce Avrupalı gibi yaşanmalıydı.

          İşe bina yapılarak başlandı. Yapılan bu yeni binalarda alınan örnek Avrupa'daki binalardı. Yalılar, köşkler, kasırlar peşi sıra gelmeye başladı. Boğaziçi ve Haliç kıyıları sanki Avrupa kentine ait bir hal almıştı. Yapılan bu yalılar, köşkler ve kasırlar artık zevk ve safanın yaşanacağı mekanlar halini alacaktı. Bu mekanları yüksek devlet memurları ve halkın zengin kısmı doldurdu.

           Osmanlı Devleti’nde halk içe kapanık bir yaşam tarzı sürdürüyordu. Böyle bir yaşam tarzı sürdüren halkı yapılan eğlenceler çok etkiledi. Artık herkes böyle eğlenceler yapmak istiyordu. Gün geçtikçe eğlence kültürü aldı başını gitti. Artık en güzel laleyi yetiştirmek halkın bir numaralı gündem konusuydu. Bu olayı o kadar çok önemsediler ki. Dışarıdan lale soğanı ithal edilmeye başlandı. Güzel lale yetiştireceğiz diye Hollanda’ya ve İran’a para kazandırmaya başladık. Çünkü lale soğanlarını oralardan alıyorduk.

            Lale soğanı peşinde koşmanın elbette ki bir faturası olacaktı. Lale yetiştireceğim derken halk aç kalmakla karşı karşıyaydı. Çünkü yapılan bu harcamalar yüzünden yiyecek fiyatları alıp başını gitmişti.

             Lale Devri’nde hiç iyi şeyler de olmadı değil. Matbaa Osmanlı Devleti’ne bu dönemde girebildi. Matbaa geldiğine göre okunacak da kitap basılmalıydı. Bu konuda şair Nedim’in katkısı olacaktı. DEVAM EDECEĞİZ

11 Kasım 2014 Salı

Osmanlı sosyal hayatı...(3)

        Osmanlı sosyal hayatını anlatmaya devam ediyoruz. Kahvehane İstanbul’da açılmış. Tarihler 1554’ü gösterdiğinde. Kahvehaneler açılır açılmaz şimdiki gibi sohbet yeri olmamış. Belli bir zamandan sonra bildiğimiz kahvehane şeklini almış. İşyerleri hem üretim hem satış yeri olarak kullanıyorlar. Akşamdan sonra açık iş yeri kalmıyor. O noktadan sonra gece bekçileri ortaya çıkardı. İşyerleri artık bekçilere emanet edilirdi.

        Osmanlı zamanında evlilik nasıl yapılıyordu onu da anlatalım. Öncelikle Osmanlı ailesinin kuruluşunda ve devam etmesinde iki önemli etken vardı. Bunlar; İslam hukuku ve Türk töresidir. Buna göre evlenmek isteyenler kadıya giderler. Böylelikle evlilik için ilk adım atılmış olurdu. Bugünkü gibi yine aynı şekilde nikah kıyılırdı. Her iki tarafında şahiti de törende hazır bulunurdu. Bu evlilik kadı defterine kaydedilir. Böylelikle işlem tamamlanmış olurdu. Köylerde kadının yerini imam alırdı ve imam nikahı kıyılırdı.

         Kadın-erkek eşitliği Osmanlı’da nasıl yankı bulmuş bir de ona bakalım isterseniz. Kadın-erkek eşitliği konusu dendiğinde Fatma Aliye Hanım bu olaya damgasını vurmuştur. Fatma Aliye Hanım, Ahmet Cevdet Paşa’nın kızıdır. Bir paşa kızı Osmanlı’da kadın hakları konusunda öncü olmuştur. İlk kadın hakları savunucusu olarak o devre damgasını vurmuştur. Kadın hakları konusunda kitapların basılması için çok çalışmıştır. Ve bunda başarılı da olmuştur. Bu konuda destek olmanın yanında kendisi de bu konuda yazmıştır.

Osmanlı'da sosyal hayat
foto kaynak: unsplash.com

         Tanzimat Dönemi, Osmanlı’nın kendi kültürünü yavaş yavaş terk etmeye başladığı bir dönemdir. En basiti yerde yemek dönemi sona ermiştir. Bunun yerini masa almıştır.

         Osmanlı’da günlük hayat ile ilgili bir şeyler anlatmaya devam edelim. Kış gecelerini o zamanki aileler çok iyi değerlendiriyormuş. Öncelikle bunu söyleyelim. Hep hani ateşin yanına toplanmış bir aile olurdu. Baba kitap okur herkes dinlerdi ya. Osmanlı’da da böyleymiş işte. Ateşin başında Duduname denilen bir masal kitabı okunurmuş. Taş baskıdan yapılmış bu kitap el yazması ürünüydü.

         Osmanlı’da Sibyan mektepleri denen mektepler var. Bu mektepler her ilkbaharda gezi düzenler. Bu gezilere kapama adı verilir. Bu gezilerin dışında bu vesileyle fakir olan çocuklara da yeni elbiseler alınır. Tek okul geziye gidebildiği gibi birden fazla okul da aynı anda geziye gidebilir. Bu gezilere ailelerde katılır. Olay geziden çıkar şölene dönüşürdü. Bu şölende koca koca kazanlarda etli pilav yapılırdı. Sadece etli pilav yapılmakla kalınmaz. Bademli sütlü harika bir tada sahip helvalar da yapılırdı. Okuldaki çocuklara, çocuklarla birlikte gelen ailelere yapılan yemekler dağıtılırdı.

         Ramazan ayında da sosyal organizasyonlar devam eder. Teravih namazlarından sonra ramazan eğlenceleri başlar. Bugün de anlatıldığı gibi o eğlencelerde orta oyunu olur. Ve tabi ki bir de meddahlar var. Anlattıkları hikayeye daha da bir canlılık katmak için taklitler yaparlardı. Bir de hayal-i zil denilen gölge oyunları bu eğlencelere eşlik ederdi.

     

10 Kasım 2014 Pazartesi

Osmanlı sosyal hayatı...(2)

         Kaldığımız yerden Osmanlı sosyal hayatını anlatmaya devam ediyoruz. Osmanlı döneminde evler nasıldı? Bu konuda da size bilgi vermek isterim. Ahşap evler Osmanlı’nın geneline yayılmıştı. Evlerin bahçelerinin olması göze çarpan bir ayrıntıdır. Kiralar, kiracıları maddi yönden zorlamayacak şekilde azdır. Zaten fazla kiracı da yoktur. Genelde herkesin evi vardır.

        Osmanlı evlerinde fazla eşya göze çarpmaz. Ayrıca bu eşyalar da lüksten uzaktır. Haremlik ve selamlık gibi bölümler ancak büyük evlerde ve konaklarda söz konusudur. Osmanlı evlerinin bir başka özelliği de çok temiz olmalarıdır. Eve ayakkabı ile girme gibi bir durum söz konusu değildir.

        O dönemki aile kurumu ile ilgili olarak da birkaç şey söylemek isterim. Zina gibi ahlaka aykırı ilişkiler ailelerde görülmez. Akrabalık ilişkileri o kadar üst seviyededir ki. Hayatta kimsesi kalmamış, anne ve babası ölmüş çocuklar akrabalarının yanında hayata yeniden tutunmaya çalışırlar. Akrabaları bu gibi çocuklara kucak açar. Ahlaki değerlerin bu kadar yüksek olduğu bir toplumda yetimhane gibi kurumlara da ihtiyaç kalmıyordu.


Osmanlı'da sosyal hayat
foto kaynak: unsplash.com

        Osmanlı’da şehir hayatı nasıldı? Şimdi birazda bundan bahsedelim. Şehirler değişik dinden insanların ortaklaşa yaşadıkları yerlerdi. Bir yanda Müslümanlar, bir yanda Hristiyanlar, bir yanda da Yahudiler. Kozmopolit bir yapı ortaya çıkıyordu. Şimdi nasıl bir şehir ilçelerden oluşuyorsa o zaman da mahallelerden oluşuyordu. Kadı ve Naipler şehirleri yöneten idarecilerdi. İmam ve mahalle kethüdası ise mahalleleri yönetiyorlardı.

        Akşamları halkın nasıl vakit geçirdiği incelendiğinde. Cami, kahvehane ve esnaf odaları toplandıkları mekanlar olarak ortaya çıkıyordu. Meddah ve Karagöz sayesinde bu yerlerde vakit hoşça geçiriliyordu. Kadınlar ise ev toplantıları yaparak sosyalleşiyorlardı. Nişan, düğün ve sünnet gibi sosyalleşmenin önünü açan etkinlikler üzerlerine titizlenerek yapılır.

        Cuma günü resmi tatil. Şehirlerde dini ibadetler herhangi bir sorun olmadan yerine getiriliyor. Cumartesi günleri havralara giden Yahudiler sokaklarda görünür. Pazar günü ise Hristiyanların. Onlarda kilisenin yolunu tutarlar. İsteyen istediği şekilde ibadetini yapar. Buram buram özgürlük kokan bu imparatorluk yüzyıllar boyunca yaşamayı boşuna hak etmediğini gösteriyor. Sabah okunan ezan günün başladığının habercisi. Akşam ezanına kadar herkes işinde gücünde. Akşam namazı ile beraber bir günde sona ermiş oluyor. Dinlenme günü sadece Cuma günü değildi. Bayramlar, panayırlar ve şenlikler de dinlenmek için bir fırsat olarak görülürdü.

        Genelde halkın sadelikten yana olduğu görülüyor. Bu her şeye yansımış. Örneğin yemek için çokça paralar harcanmıyor. Düşük bir bütçe kafi geliyor. Gösterişten kaçınmanın bir göstergesi olsa gerek çeşit çeşit yemek yapılmıyor.

        Genelde tercih edilen yemekler pirinç, sebze ve et. Boza, pekmez ve bal suyu da yemeklerine eşlik eden içecekleri. Yemekler sini dediğimiz büyük tepsilerde, tabak yerine ise kalaylı taslar kullanılarak, yerde yenir.

9 Kasım 2014 Pazar

Osmanlı sosyal hayatı...(1)

       Osmanlı’da sosyal hayat nasıldır merak eder dururdum. Ben de araştırdım, Öğrendim. Bu bilgileri sizinle de paylaşmak istiyorum. Osmanlı sosyal hayatının şekillenmesinde iki öğe var. Bunlar sizin de tahmin edebileceğiniz gibi din ve gelenekler. Bana göre Osmanlı’yı Osmanlı yapan dindir. Bunu sosyal hayatı incelediğinizde görebiliyorsunuz. Yani sana ya da bana göre durumunu ortadan kaldırıyor.

       O zamanlar mahalleler nasılmış ilk onu merak ettim ve inceledim. O zamanlar muhtar diye bir şey yok. Bildiğimiz anlamda muhtar Osmanlı’ya 2.Mahmut ile gelmiş. Muhtar yerine o zamanlar din büyükleri bakıyormuş. Mahalle ve köylerde camiler merkez kabul edilirmiş. Ve evler kıbleye göre yapılırmış.

       Tabi o zamanlar Osmanlı’nın mahallelerinde ve köylerinde komşuluk ilişkileri, insan ilişkileri çok üst düzeydi. Yapılanlara baktığımızda bugün için hayal gibi görülüyor. Nasıl mı? Mahallede kavgalı olanlar varsa onları barıştırmak için mahalleli uğraşıp dururmuş. Düşünsenize etrafınızda devamlı böyle pozitif insanlar var. Bir de şimdiyi düşünsenize kim kime dum duma.



Osmanlı sosyal hayatı
foto kaynak: unsplash.com


       Osmanlı’da vakıf çok önemli bir konumda. O kadar ki mahalle ve köylerde bile vakıflar var. Onlara da Avarız Vakıfları deniyor. Bu vakıfların kuruluşunda zenginler devreye giriyormuş. Bu vakıf nerede kurulacaksa mahalle ya da köy oranın zenginleri öncülük edip vakıfı kurarlarmış. Bu olayı şimdi düşünebiliyor musunuz? Nerede apartmanlarda kapı komşuları birbirini bile tanımıyor. Peki ne yapıyor bu vakıflar derseniz.

        Bu vakıflar cenazelerini kaldıramayan fakir fukaraya yardım ediyor ki cenazeleri kaldırılsın. Cami, mescit ve okulların kırık dökükleri varsa onları yapmak. Veya ihtiyaç varsa tabi yenilerini açmak. İlginç bir ayrıntı daha var. Mahallenin imamının, müezzininin ve öğretmeninin parası şimdiki gibi bakanlık tarafından verilmiyor. Onların maaşlarını da kendi bünyelerinde veriyorlar. Yani Avarız Vakıfları sayesinde. Bu demek oluyor ki. Her mahalle kendi yağıyla kavruluyormuş.

        Bu vakıfların yaptıkları bir ey daha var. Onu da söylemeden geçmeyelim. O zamanlar su işleri diye bir bölüm yok. Su işleri de bu vakıflara düşüyor yine. O da su yolu dediğimiz yeni yollar açmak.

7 Kasım 2014 Cuma

Güldür Güldür komedi dünyasına ne kattı?

         Güldür Güldür programı komedi dünyasına ne kattı bugün ona biraz bakalım diyorum. Bu işin başlangıcını biliyorsunuz ki Çok Güzel Hareketler yapmıştı. Ondan sonra bu skeç programları aldı yürüdü. Bu işi analiz ederken doğal olarak o programı baz alıp değerlendirmede bulunacağım.

         Hareketlerde skeç ortasında oyunun durması gibi bir durum yoktu. Skeçle ilgili her şey skeç bittikten sonra söyleniyordu. Ama Güldür Güldür skeç oynanırken durdurma gibi bir durum icat etti. Çok da güzel yaptılar. Onların dışında başkaları yapsa bu kadar güzel olur mu? Onu bilmiyorum. Skeçi durdurma oynanan skeçin kalitesini düşüreceğine aksine bir kaldıraç görevi görüyor. Tabi burada Ali Sunal’ı kutlamak gerekiyor. Nerede durduracağını ve ne söyleyeceğini çok iyi biliyor.

         Yine Ali Sunal ile ilgili bir şey söyleyeceğim. Seyircilerle yaptığı sohbetler de skeçler kadar komik geçiyor. Ali Sunal o konuşmaları o kadar iyi yönlendiriyor ki. Nereden ne çıkaracağını çok iyi biliyor. Bu gerçekten bir yetenek. Ne de olsa genler bu ülkenin komedi üstatlarından olan Kemal Sunal’dan geliyor.

Güldür Güldür Show
foto kaynak: unsplash.com

         Sonra oynayan oyuncuların sahnede takma bir adlarının olması. Hareketlerde bu durum karmaşa yaratıyordu. Bu sayede oyun oynanırken isim hafızası gerektiren bir olay ortadan kalkmış oluyor. Bu durumun da oyuncular üzerinde büyük bir rahatlama sağladığını düşünüyorum.

         Ve en önemli özelliği. Bu olmasaydı zaten bu kadar fırtınalar yaratamazdı. Gerçekten öyle. Şu anda Güldür Güldür programı reytingleri alt üst ediyor. Bunun tek sebebi de kendine ait komedi kültürü oluşturması. Baktığınızda konular çok saçma gibi gelebilir. Ama o konulardan bir kültür oluşturdular. Ben buna soyut komedi diyorum. Bu adamlar ve kadınlar bunu başardılar.

         Bunun dışında bir özellikleri daha var ki. O da bu kadar tutmasında ,sevilmesinde en büyük etkenlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Siz de fark ediyorsunuzdur. Oynarken o kadar zevk alıyorlar ki. Yani bunu bir iş olarak görmüyorlar. Severek yaptıkları o kadar belli oluyor ki. Bu enerji de hem stüdyodaki hem de ekrandaki seyirciye geçiyor. Hani bir laf vardır. Mesleğini çok sevenler söylerler bunu, ”Ben sevdiğim işi yapıyorum. Üstüne de para veriyorlar” derler ya. Bunlar da o şekil olmuşlardır.
        
         Çok da iyi bir takım olmuşlar. Birbirlerini o kadar çok iyi tanıyorlar ki. Bu da skeçlerde o kadar işlerine yarıyor ki. Çok rahat doğaçlama yapma imkanı buluyorlar. Bu da skeçe daha da bir renk katıyor.

        İşin özeti Güldür Güldür televizyon dünyasına damgasını vurmuştur. Ve vurmaya devam edecek gibi görünüyor. Bu gibi zirve yapmışlar programlarda ne zaman bu işin sonlandırılacağı büyük önem taşır. İşin tadını kaçırmadan işi zirvede bırakmak en iyisi. Belli olmaz bakarsınız Tolga Çevik gibi o işten yıllar sonra yine ekmek yiyebilirsiniz.

2 Kasım 2014 Pazar

Sabaha kadar oturduğum geceler...

         Sabahın 06:30’u.Ve ben bu saate kadar hiç uyumadım. Sabah kalkıp gidecek bir işim yok ki. Onun için oturabildiğim kadar oturuyorum. Yıllar öncesinde de böyle otururdum sabahlara kadar. O zamanlar yine çalışmıyordum. Gece NBA maçları olurdu. Onları izlerdim. Olmadı tartışma programları. Futbol tartışma programlarını da izlerdim ama genelde siyasi tartışmaları izlerdim. Çünkü her gece futbol tartışma programı olmazdı. Gerçi şimdi de olmuyor.

        Çay yapardım kendime.1-2 bardaklık. Benim içeceğim kadar. Geçerdim televizyonun karşısına. Oh keyfime diyecek yoktu. Televizyonumuzun tam karşısında bir koltuğumuz vardı. Kurulurdum ona. Bazen ayaklarımı uzatırdım. Kafamı da koltuğun kulpuna koyardım. Sanki koltukta değil de bir bahçedeki hamakta yatarmışım gibiydi o halim.


sabahlara kadar oturmak
foto kaynak: unsplash.com

        Bazı geceler babam eşlik ederdi bana. Bazen de kardeşim. Ama genelde babam olurdu yanımda. Çok seyrekte üçümüz beraber olurduk. Bir de futbol tartışma programı açmışsak. Ev tam bir kahvehane gibi olurdu. Futbol sohbeti gırla giderdi. Hepimiz heyecanla lafa girip kendi düşüncemizi söylemek için bir aslanın avını beklediği gibi beklerdik. Gerçekten o konuşmalarımız şu an bile lafı edilmeye değer konuşmalardı. Zevk alırdık konuşurken. Sanki hepimizin ağzından bal damlardı.

        O gecelerde sabahlara kadar kim bilir kaç defa NBA maçları izlemişimdir? O kadar ki günlük olarak maç saatlerini takip eder hale gelmiştim. O zamanlar Mehmet Okur hala oynuyordu. Bir de Hidayet Türkoğlu vardı işte. İki kişicik. Gerçi şimdi de fazla yok. NBA’de oynayanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bu ülke neden basketbolcu yetiştiremiyor? Bunu sorumluların başlarını iki ellerinin arasına alarak düşünmeleri gerekir.

         Televizyon başında, ”Haydi Hido, Haydi Memo” derdim. Sanki televizyondan değil de basketbol tribününden maçı canlı canlı izliyormuşum gibi. Bazen maçlar sabah 06:00’da ya da 07:00’de başlıyordu. Hale bakın. Biz daha yeni kalkarken adamlar basketbol oynuyorlar. Tamam bu doğal bir şey ama. İnsan yine de garipsiyor.

         İnsan öyle geceyi ayakta geçirince yarasa gibi oluyor. Işıktan kaçıyor. Doğru yatağa koşuyor. Ama o uykunun hiçbir faydası olmuyor. Çünkü gece uykusu başka. Gece uykusunun yerini tutmuyor. Böyle sersem sersem dolaşıyorsun ortalıkta. Ruh gibi. Birileri ruh çağırsa hemen seni gönderirler. O kadar yani.

         Böyle gecelerin sabahlarında dışarı çıkıp hava almak gibisi yoktur. Şöyle derinden derinden çekersin nefesini. Ciğerler bayram eder yani. Sabahın o havası insanı kendine getirir. Ne var ki bu da geçicidir. Tekrar içeriye girdiğinizde bir zaman sonra uyuşturucu içmiş de kafanız dumanlanmış şekline yine geri dönersiniz. Bir yandan da yarın ki gece için ne yapacağınızı planlamaya başlarsınız. ”Hangi tartışma programları var? NBA maçı var mı? ”Böyle kafanızda bin tilki dolaşır da, hiç birinin kuyruğu birbirine değmez.

          Öyle gecelerde daha önce izlemediğim, peşin hükümlü olduğu dizileri de izlerdim. Hiç bir önyargım olmadan. Böyle yaparak Kapalıçarşı diye bir dizi vardı. Nejat İşler’in oynadığı. Onu keşfettim. Sonra sıkı bir takipçisi olmuştum o dizinin. Peki siz neler yapıyorsunuz böyle gecelerde?