okuduklarım sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster
okuduklarım sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster

Okuduklarım #28...


     Bugün harika iki yazı okudum. Birincisi; Hıncal Uluç’un, “Güzel yaşama sanatı”. Bu adam bu yazıları harika yazıyor ya. Zaten yazımına hastayım. Zaten bu yazı işlerinde ilk başlarda hep onun gibi yazmak isterdim. Hala o istek bitmiş değil. Ve hala onun gibi yazabilmiş değilim. Sade ve anlaşılır. 

okuduklarım

     İkincisi; Haşmet Babaoğlu’nun, “Dinlemek” yazısı. Abi bu tür yazılarını okumaya başlar başlamaz kendinizi bir kitap okuyor zannedebilirsiniz. Tasvirler falan, harika. Artık bu tür hayata dair yazıları bıraktı. Arada bir yazıyor. Cumartesi ya da pazarları. Birde öyle benzetmeler yapıyor ki. Bende onun gibi yapmak istedim ama olmuyor.

Foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/creative-smartphone-desk-notebook-97050/

Aynı kitabı tekrar okumak zevk verdi mi?

                                                   İLK TECRÜBEM
     Aynı kitabı tekrar okumak üzerine bir yazı olacak. Ben daha önce hiç aynı kitabı tekrar okumamıştım. Ama aynı kitabı okumanın büyük bir zevk olacağı inancını taşıyordum. O yaşadığım güzel anları tekrar yaşayacaktım çünkü. Ama yaşadığım ilk tecrübem sonunda durumun, hiç de düşündüğüm gibi olmadığını gördüm. İş aradığım zaman diliminde bir yandan da kütüphaneden kitap alıp, kitap okuyordum.
                                         NAZAN BEKİROĞLU’NUN
                                             TARZINI BEĞENDİM
     Aldığım kitaplardan biri de, Nazan Bekiroğlu’nun Nar Ağacı kitabıydı. Kitap kalın bir kitaptı. Beş yüz küsür sayfa. 150-200 sayfa okumuşken, iş başvurusu yaptığım yerlerden biri, beni görüşmeye çağırdı. Gittim. Görüşme olumlu geçti. İşe başladım. İşe başlayınca, kitap okumaya eskisi gibi fırsat bulamadım. Kitabın da iade zamanı gelmişti. Kitabı tamamlayamadan kütüphaneye geri verdim. Kitabı beğenmiştim. İlk fırsatta yeniden alacaktım.

aynı kitabı tekrar okumak, Nar Ağacı, Nazan Bekiroğlu, okuduklarım
                                            
                                         O KİTAP, NAR AĞACI’YMIŞ
     Aynı kitabı tekrar okumak cümlesindeki kitabın, Nar Ağacı kitabı olacağını nerden bilebilirdim ki. Kitabı kütüphaneden almadım bu sefer. Beni Mustafa Kutlu ile tanıştıran arkadaşım Nagehan’dan aldım. Mustafa Kutlu’nun bir kitabını daha bitirmiş, yeni bir kitap istemiştim ondan. Oda bana, “Nar Ağacı kitabı var. Oda güzeldir. İstersen onu getireyim” dedi. “Harika olur. Bende onu yarıda bırakmıştım. Tekrar okumak istiyordum. Nasıl da denk geldi” dedim bende.
                                                     ÇOK SIKILDIM
     Kitabı heyecanla yeniden okumaya başladım. Ama okumaya başlamamla beraber, sıkılmaya başlamam bir oldu. Çünkü buraları daha önce okumuştum. Her yeri bildiğim yerlerdi. Hemen kitaba da kaldığım yerden başlamak istemedim. O zaman, kitabın ruhundan uzak kalmış olarak devam edecektim. Bana göre, bu kitaptan okurken zevk almak istiyorsam eğer, hikayeyi baştan sona tekrar gözden geçirmem gerekirdi. Hikayedeki bütünlüğü tekrar yakalamam gerekiyordu. 


aynı kitabı tekrar okumak, Nar Ağacı, Nazan Bekiroğlu, okuduklarım
                                
                                       “ZEVKLE OKURUM" DÜŞÜNCESİ
                                                        YANILGIYMIŞ
     Sıkılsam da bu yerleri bir şekilde geçmem gerekti. Sonunda da geçtim. Son bıraktığım yere geldim artık. Şimdi zevk almaya başladım. Demek ki, bir kitabı ne kadar çok sevsem de, yeniden okumaya başladığımda aynı tadı almıyormuşum. Bense bunun tam aksini düşünüyordum. “Bayıla bayıla okurum” diyordum. Yanlış anlaşılmasın. Okuduğum yerleri tekrar okurken, zevk almamamın nedeni ise, asla kitap değil. Kitap bana göre çok güzel. Daha bitirmedim ama şimdiden herkese tavsiye ederim. Aynı kitabı tekrar okumak bana göre değilmiş. Bunu anladım.

Birinci foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/man-in-black-suit-holdin-starbucks-cup-near-book-228799/

İkinci foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/blurred-book-book-pages-literature-46274/
     


Cemal Süreya, utangaç mıydı?

     Cemal Süreya hakkında bilinmeyen bir özelliğinden bahsedeceğim. Ben okurken şaşırdım. Çünkü şiirlerini okuyanlar bilirler ki Cemal Süreya, son derece cesur şekilde konuşturur kalemini. Kendi ifadesi ile, “Son derece utangaç bir adamım” der. Zaten onu tanıyanlar için bu bilinmez bir şey değildir. Çevresine onun anlatılması istendiğinde, utangaçlığı anlatılmadan geçilmez. Birkaç örnekle bu utangaçlık durumunu somutlaştıralım isterseniz. Verdiğim örnekler birebir kendisinin anlattığı olaylardır. Dükkana gidip, herhangi bir şeyin fiyatını sormaya çekinir. O kadar ki, yanındakilerden yardım alır, onlara sordurur istediği şeyin fiyatını. Şair olmak demek, bu tür utangaçlıkları ortadan kaldırmıyor demek ki. Şairlik ya da yazarlık, içine kapanıkların mı yapabileceği bir iş acaba?

Cemal Süreya, okuduklarım, Cemal Süreya ve utangaçlık

                                          BİR ŞEYİN FİYATINI SORAMAZ
     Cemal Süreya, bir örnek daha veriyor utangaçlığına dair. Bir şeyin fiyatını soramamasının yanında, bir şeyi tartırıp bile alamaz. Kendisi bu durumu, “Bir şeyin yarım kilosunu bile alamam” diye ifade eder. Bazen bende de böyle utangaçlıklar zuhur ediyor. Acaba kendimi bu açıdan şanslı sayabilir miyim? Acaba zaman zaman yaşadığım bu utangaçlık, bende de bir yazarlık yeteneğinin göstergesi olabilir mi? Utangaç olan herkeste yazarlık yeteneği olacak diye bir şey yok tabi. Ama hasbelkader şu kadar yıl yazma peşinde koşan biri olunca, umutlanmadan edemiyor insan. Yazarken utangaçlığının ortadan kalktığını kendisi de dile getiriyor. Yazmak onun için sadece kurtuluş anlamına gelmiyor. Yazmak onun için aynı zamanda, sıkıntı da demek.
                                           HAYIR DİYEMİYOR BİZİM GİBİ
     Utangaçlıkla ilgili yaşadığı bir başka sorunu da, hayır diyememek. Bugün hala, bir çoğumuz hayır diyememekten dert yanmıyor muyuz? Oda bizim gibi bu dertten muzdaripmiş. Aslında böyle isteklere evet demek istemez. Ama gönlünden geçeni diline söyletemez. Böyle olunca da gelen her isteğe, “Evet” der. Herkes bir şey yapılmasını ister. Birken iki, ikiyken üç olur kendisinden yapılması istenenler. Bu seferde başka bir sıkıntı peydah olur kendisinde. “Bu işleri nasıl bitireceğim?” sıkıntısı. Kendisi bir şair. Topluluk önünde rahatça konuşması beklenir değil mi? Hem de kendini çok da iyi bir şekilde ifade edebilmesi. Ama işin özü öyle değildir Cemal Süreya için.

Cemal Süreya, okuduklarım, Cemal Süreya ve utangaçlık

              TOPLULUK ÖNÜNDE KONUŞMAK ZORDUR ONUN İÇİN
     Konuşma gününün yaklaştığı her gün, onun için zorlu bir süreçtir. Uykularında rahat edemez. Rüyalar boş bırakmaz uykularını. Bu rüyalarda kendisine soru sorulduğunu görür. Ama o soruyu bir türlü cevaplayamaz. Öyle kalır. Tek bir kelime edemez. O konuşmanın iptal olması için neler neler düşünmez ki. Yağmurun yağmasını ister önce. Ama sadece bu masum istekle kalmaz. Daha dehşetli şeyler ister. Deprem olmasa gibi mesela. Konuşmanın yapılacağı yere gitmeyi, “Korkunç” olarak niteler. Korkunçluğu tanımlar tam bu sırada. Söze başlamadan önceki 15 dakika, onun için korkunçluktur. Çok konuşmasından dert yanar birde. Normalde konuşkan biri değildir Cemal Süreya.
                                         GEVEZELİĞİNİN SEBEBİ NEDİR?
     Ama son birkaç yıldır, konuşkanlık almış yürümüş kendisinde. Hele ki içki masasında. Konuştukça konuşurmuş. Bu öyle bir konuşma ki hem de. Sadece kendisi konuşurmuş. Bu konuda kendisine de söylenmiş. “Milleti konuşturmuyorsun, hep kendin konuşuyorsun” diye. Bozulmuş böyle denmesine. Özellikle yeni tanıdığı kişilerle konuşurken, çok belli ediyormuş bu durum kendini. Farkına varıyormuş. Kendisini uyarıyormuş kendi kendine. Ama ne fayda. Kendi uyarısını, kendisi dinlemiyormuş. Eskiden konuşmayan biri olarak bilinirken, şimdi nasıl olur da geveze biri haline gelmiştir? Kendisine sorar bu soruyu. “Şımarıklık mı?” diye sorar. Yoksa onun için bu gevezelik, yazmanın yerini mi almıştır? Yoksa yazamamak kendisini böyle mi gösteriyordu? Ya da yaşlılıkta böyle geveze mi olurdu insan? Veya bir yazarın her zaman karşı karşıya kalabileceği işsizlik korkusu muydu bunun sebebi? İşsizlik korkusunun, son olarak kendi gerçeği olduğunu söyler Cemal Süreya.

Foto 1 kaynak : https://www.pexels.com/photo/coffee-notebook-pen-writing-34587/

Foto 2 kaynak: https://www.pexels.com/photo/wood-light-creative-space-68562/



Okuduğum kitaplar, bu hafta #1...

     Okuduğum kitaplar hakkında, bayadır bir şeyler yazmıyordum. Artık bir şeyler karalamanın vakti geldiğini düşünüyorum. Kitaplar hakkında yazmadığım bu süre içerisinde, normal okuma hızımda okumaya devam ettim. Ve birkaç kitap bitirdim. Bu hafta başı da bir kitap bitirdim ve yeni bir kitaba başladım. Yoğun bir okuma içerisinde olduğumu söyleyemem. Sabahları işe giderken işte, okuyabildiğim kadar okuyorum. Böyle az sayfa okuyunca da, 5 günde bitirebileceğim kitabı, 10 günde ya da daha fazla sürede bitirebiliyorum. İşten gelince yorgunluktan okumaya vakit ayıramıyorum. Akşamlarımı dinlenme ile geçiriyorum. İşte böylece hayat akıp giderken, okuma ile ilgili neler yapıyorum, bunları sizinle paylaşmak istedim.

okuduğum kitaplar, okuduklarım, kitap okumak
                                      KELEBEKLERGAMSIZUÇAR
                                             KİTABINI BİTİRDİM
     Okuduğum kitaplar listemde ilk sırayı, Kelebekler Gamsız Uçar alıyor. Haftaya onu okuyarak girmiştim. Yazarı Ahmet Günbay Yıldız. Kendisinin ilk defa bir kitabını okudum. Beni bu yazarla da, yine arkadaşım Nagehan tanıştırdı. Mustafa Kutlu ile de o tanıştırmıştı beni. Kendisine sevgiler, selamlar buradan. Genel olarak kitabı beğendiğimi söyleyebilirim. Ama kitap içerisinde karakterlerin birbirine yazdığı mektuplarda ve yine karakterlerin kendi duygularını dile getirdiği notlarında, çok eski Türkçe cümleler kuruluydu. Onları anlayamadığım için, okurken sıkıldım. Okurken karşıma bir mektup geldiğimde, “Yine mi?” diyordum artık. Romandaki anne-baba, çocuklarını dedelerinden kıskanıyorlar. Birde sözde, anne-baba da okumuş-yazmış insanlar. Saçma bir gurur uğruna, yıllarca oğullarından ayrı kalıyorlar. Dilerim hiçbir anne-baba böyle olmaz.
                                      YENİBİR YAZARLADAHA
                                                   TANIŞTIM
     Kelebekler Gamsız Uçar kitabını bitirdikten sonra, hemen yeni bir kitaba başladım. O kitabı da yine başka bir arkadaşımdan aldım, Elif’ten. Elif bu yazarı çok seviyormuş. En sevdiği kitabını getirecekti ama onu bir başkasına vermiş. O yüzden elinde olan kitabını getirdi. Elif’e de selam olsun. Bu arada kitabın yazarı: Jean-Christophe Grange. Kitabın adı: Lontano. Polisiye bir kitap. Bana, Aklından Bir Sayı Tut kitabını hatırlattı. 100 sayfayı ancak geçtim daha. Şimdiye kadar zevkle okuduğumu söyleyebilirim. Hatta okumayı bırakmak istemedim. Böyle bir solukta okuyup bitirilebilecek bir kitap gibi duruyor. Elimdeki kitap, 30’uncu baskısı. O kadar çok okunan bir kitap yani. Okuduğum kitaplar bu hafta bunlardı. 

Foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/bloom-blossom-blur-books-361757/ 
  

Yaşar Kemal: "Çağımız kahramanlığının babası, Galileo'dur"

Yaşar Kemal, kahramanlık, Galileo, okuduklarım

   Yaşar Kemal, kahramanlar üzerine ne düşünüyor? Bugün, bu konu hakkında, kendi kaleminden çıkmış bir yazıyı okudum. O, Don Kişot’u seviyor. Ona göre bizler, kahramanları tanrılaştırıyormuşuz. Ama tam da bu noktada Don Kişot’un, aklımızda oluşan bu kalıpları yıktığını söylüyor. Çünkü Don Kişot, kahramanları somutlaştırdı. Onların da bizim gibi birileri olduğunu gösterdiğini söylüyor. Böyle düşünüyor diye, onu kahramanlık karşıtı sanmayın. Aksine saygısı vardır. Tüm insanlar gibi. Don Kişot’tan sonra, yazarların kahramanlığa bakış açısında bir farklılaşma olmuş. Kahramanları daha bir insanı şekilde ele almışlar. Ama bizler? Kahramanları yine tanrılaştırmışız. Biz insanoğlu kahramansız duramıyoruz çünkü. O kahramanın peşinden, oradan oraya sürüklenmeyi istiyoruz.
                                       
                                           KAHRAMAN, GALİLEO’DUR
     Yaşar Kemal, kahramanlık hakkındaki düşüncelerini dile getirmeye devam ediyor. Eski çağlara gidiyoruz bu sefer. O çağlardan bu çağda kahraman saydıklarımız yok mu? Olmaz mı? İnsanın olduğu yerde güzellik de vardır, iğrençlikte. Bu güzelliğe örnek Spartaküs verilebilir. Spartaküs köleliğe karşı çıkmış. Hatta bu yolda canını bile vermiş. İşte o Spartaküs’ün, insanlar arasında tanrı bir kahraman olarak değil, canlı-kanlı bir insan kahraman olarak anılacağını söylüyor. Ona göre çağımız kahramanlığının babası Galileo’dur. Neden Galileo peki? Çünkü o düşüncesini ortaya koymuş biri. Çünkü düşüncesi uğruna ölümü göze almış biri. Ama bunu yaptı diye de, Galileo’nun tanrılaştırılmasına karşıdır. Doğal bir davranış olarak görülmesinden yanadır. Çünkü çağımızda insanlık anlayışı böyledir ona göre.
                                           İNSAN OLMANIN İKİ ŞARTI
     İnsan olmanın iki şartı olduğunu öne sürer. Bunlardan birincisi: İnsanın bir düşüncesi olmalı. İkincisi ise: O düşünce için gerekirse ölümü göze alması. Burada bir kez daha vurguluyor, bunun kahramanlık sayılmaması gerektiğini. Doğal bir olay olarak bakılması gerektiği kanısında, ısrarcıdır. Romanlarında, ülkemizdeki yoksulluğa yer verdiğini söylüyor. Bu romanların ilk yayınladığı sıralarda onun için, “Yiğitçe yoksulluktan söz ediyor” diyorlarmış. Ama artık bunun yiğitlikle bir alakası olmadığını söylüyor. Bunun bir yiğtlik, bir kahramanlık değil, ona göre bir ödevdir. Bir yazar, eğer ülkesinin içinde bulunduğu yoksulluktan söz etmezse, o yazarın kınanması gerektiğini dile getiriyor. Hatta daha da ileri giderek, iyi bir insan olmadığının yüzüne söylenmesi gerektiğini vurgular Yaşar Kemal.

Foto Kaynak: https://www.pexels.com/photo/silhouette-man-person-stars-12567/
     

Aşk ve Gurur kitap incelemesi...

     Aşk ve Gurur kitabını, bugün bitirdim. Ve şimdi sıra geldi, Aşk ve Gurur kitap incelemesi yazısını yazmaya. Kitapta, Bennet ailesi ve kızlarının aşk hikayeleri konu ediliyor. Burada öne çıkan aşk ise, Elizabeth ve Darcy’nin aşkı. Kitaba konu olan  aşk ve gurur olayı, işte bu çift arasında yaşanıyor. Gelelim, dikkatimi çeken şeylere. Ailenin babası Bay Bennet’in, çocukları arasında ayrım yapması ve bunu yüzlerine söylemesi, çok iğreti edici bir durumdu. Bu manada, bu anlatılanların hayal ürünü olmasına sevindim. Ama bu hayal ürünü diye, böyle bir şey hiç yoktur da diyemeyiz tabi. Yazar Jane Austen, muhakkak böyle bir babayı çevresinde gözlemledi ya da kendi babası böyleydi.

aşk ve gurur kitap incelemesi, jane austen, okuduklarım



                                       KARAKTERLERDEN KISA KISA
     Aşk ve Gurur kitap incelemesi yapmaya devam edelim. Gelelim evin annesi, Bayan Bennet’a. Kızlarını evlendirmek için her şeyi yapan bir anne. Bu amacı için, bazı zamanlar çok da ileri gidiyor. Bir kız annesine yakışmayacak hareketler yapıyor. Bilmiyorum, belki onların kültüründe böyle şeyler normaldir. Elizabeth, dik başlı bir kız. Zaten bu dik başlılığı sayesinde, Darcy’nin dikkatini çekiyor. Jane ise, bildiğin Polyanna. Çok iyimser bir kız. Ama aynı zamanda da çok güzel. Tekrar evin babası, Bay Bennet’a gelirsek. İlk başta, onun nefret ettiğim huyundan bahsettim. Şimdi ise, hoşuma giden bir huyunu yazacağım. Bay Bennet, esprili bir adam.
                                          BU KİTABA VERDİĞİM NOT
     Siz de okurken göreceksiniz. Olaylara, genelde mizahi bir açıdan yaklaşıyor. Birkaç yerde esprileri baya iyiydi. Karısıyla arası pek iyi değil. Karısıyla severek evlenmemiş. O yüzden, mutlu bir aile hayatı olduğu söylenemez. Çocukları arasında ayrım yapan bir adam, zaten mutlu da olamaz bence. Kitabın okunması kolay. Ben bir haftada bitirdim kitabı. Sabır gösterenler, iki günde, hatta bir günde de bitirebilirler. Ben sıkılıyorum. O yüzden hemen bitiremedim. Kitabın 508 sayfa olması, gözünüzü korkutmasın. Akıp gidiyor kitap. Bir aile hikayesi okumak isteyenler, bu kitabı okumalı. Aşka aşıklar, zaten okumalı. Kitabın adı çağırıyor zaten, aşkı sevenleri, Aşk ve Gurur diye. Kitaba 5 üzerinden 4 veriyorum. Aşk ve Gurur kitap incelemesi, böylelikle bitiyor. Yazı ile ilgili, olumlu ya da olumsuz yorumlarınızı bekliyorum.

Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

Oğuz Atay, insanları neden sevmiyor?

     Oğuz Atay, biz okurlarına mektup yazmış. Bu mektubu okudum. Bugün, yazdığı bu mektubunda, bize nelerden bahsetmiş, onun üzerinde duracağız. Kendisinin yazdığı ilk mektup değil bu. Bunu mektubun girişinden anlıyoruz. Açıklıkla nerede kaldığını unuttuğunu söylüyor. Kalkıp nerede kaldığına bakmak istemiyor, daha önceki yazdıklarından. Çünkü korkuyor. Nerede kalmış olduğuna bakarsa, bize şu anda yazdığı mektubu yazamama korkusu kaplamış içini. Bu nedenle kaldığı yerden değil, o andan başlamış yazmaya.
                                                    FIKRA ANLATIŞI BEĞENİLMEZ
     Mektubun devamında arkadaşlarından bahsediyor. Onlara fıkra anlatışından. Arkadaşları pek beğenmiyormuş fıkra anlatım tarzını. Ama buna rağmen yine de gülerlermiş. Biz okurlarına da sesleniyor. "Bir gün size de kahve içmeye gelirsem, anlatırım" diyor. "Kahve içeriz" dediğine bakmayın siz. Asıl amacının kahve içmek olmadığını, asıl amacının uzun uzun konuşmak olduğunu söylüyor. Oda her dertli insan gibi, dertlerini anlatmak istiyor.

Oğuz Atay, Oğuz Atay mektupları, okuduklarım

                                                             ODA YALNIZ BİRİSİ
     Oğuz Atay, bu sözlerinin ardından asıl konuya geliyor. Asıl konu: Yalnızlık. "Yalnızım" diyor. Dertlerini anlatacağı, yalnızlığını gidereceği arkadaşları vardır. Ama sözde. Bu sözde arkadaşlarından dert yanar. Arkadaşlarının evde oturup, onun dertlerini dinlemediğinden dem vuruyor. Arkadaşları evde oturmaktan yana değillermiş hiç. İlla dışarı çıkmak isterlermiş. Gidilecek yer neresidir peki?
                                                           SEVMEZ MEYHANEYİ
     Meyhane. Ama hoşlanmaz meyhaneden. Kendine göre haklı sebepleri de vardır meyhaneden hoşlanmamasının. Meyhane havası iyi gelmiyor kendisine. Dumanı bir yandan, havasızlığı bir yandan rahatsız eder. Buna da bir de zayıflığını ekleyin. Bu gibi ortamları kaldıracak bir bünyesi yoktur.
                                                     AĞIR DERECEDE MİYOPTUR
     Mektubunda boyu ve kilosuna da yer verir, zayıflığından bahsederken. Bir yetmiş boyundaymış. Kilosu ise, elli ikidir. Bu zayıf bünyesinden dolayı bir yerde düşüp kalmaktan korkar. Dışarıda, meyhanede böyle bir durum yaşamamak için, evinde olmak ister, kendini hemen yatağa atmak için. Gözlerinin sorunundan da bahseder. Kendisi miyoptur. Hem de sekiz derece. Bu öyle bir görme bozukluğu ki. Eğer dışarıda gözlüğü kırılsa, evine bile kendisinin gidemeyeceğini söylüyor.
                                          EVİ, DIŞARI ÇIKMAYA TERCİH EDİYOR
     Dışarı çıkmak ile evde olmak arasındaki durumu kıyaslıyor. Konservesini alıp koltuğa geçer kitabını okurmuş. Tabi bir arkadaşıyla sohbet etmek gibi olmuyor. Ama en azından başına bir şey gelmeyeceğinden emin olduğunu söylüyor. Başına bu dışarı çıkmalardan birinde gelen gelmiş. İşkembecide sızmış. Saatiyle, cüzdanını çalmışlar. Oğuz Atay, İnsanları bu yüzden pek sevemediğini söylüyor son olarak.

Foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/person-holding-fountain-pen-211291/

Ömer Seyfettin'in cenazesi, kadavra olarak kullanılmış...

     Birkaç gün önce basında, Ömer Seyfettin ile ilgili bir haber çıktı. Belki okumuşsunuzdur. O haberi görünce şok oldum. Habere göre, Ömer Seyfettin’in cenazesi kadavra olarak kullanılmış. Bir de fotoğraf vardı. Asıl benim yüreğimi dağlayan ise bu fotoğraf oldu. Fotoğrafta, masada Ömer Seyfettin’in kadavrası. Etrafında ise tıp öğrencileri vardı. Telife girer diye fotoğrafı almadım. Zaten alma imkanım da olsa koymazdım. Çünkü bir yazarı, hele de Ömer Seyfettin gibi bir yazarı, öyle görmenizi istemezdim. Tabi şu anda çok merak etmişsinizdir fotoğrafı. Ne yalan söyleyeyim. Ben olsam bende merak ederdim. Ben bir kere gördüm. Daha görmek istemiyorum. İsteyen Google’dan hemen bulabilir.
ömer seyfettin'in cenazesi, kadavra olarak kullanılmış...

                                               CENAZESİNİN BAŞINA GELENLER
     Eminim fotoğrafı gördükten sonra sizde, benim gibi düşüneceksiniz ve aynı duyguları hissedeceksiniz. Ömer Seyfettin şeker hastalığına yakalanmış. Ama o zamanlar böyle bir hastalık bilinmiyor tabi. Kendisine portakal yiyip, hoşaf içmesini tavsiye ediyor doktorlar. Bu tavsiye Ömer Seyfettin için sonun başlangıcı oluyor. Ömer Seyfettin öldükten sonra, cenazesinin başına gelmeyen kalmamış. İlk önce hastanede kimsesiz diye kadavra yapılmış. Yukarıda anlattığım gibi. Ama kimsesi de yokmuş. Yazar arkadaşları var da. Onların da nasılsa, sonradan haberleri olmuş bu durumdan. Sonra Ömer Seyfettin olduğu anlaşılmış. Defnedilmiş. Ama gün gelmiş. O defnedildiği yerden yol geçecekmiş. O yüzden kemikleri alınıp başka bir yere defnedilmiş. İşte böyle yürek yakıcı bir hikayesi var Ömer Seyfettin’in.
                                             KİTABINI OKURKEN DÜŞÜNDÜKLERİM
     Her şeyde bir hayır vardır derler ya. Bu haberi gördükten sonra, kütüphaneden bir Ömer Seyfettin kitabı aldım. Bu haber tekrar bana Ömer Seyfettin’i yad etme fırsatı verdi. Bir yazar en güzel nasıl yad edilir? Verdiği eserler okunarak. Kitabı okurken aklımın bir köşesinde de kadavra haberi vardı hep. Okurken içimden, “İşte bu okuduklarım, o masada kadavra olarak cenazesi kullanılan adamın yazdıkları” diyordum. Bambaşka duygularla okuyorum kitabı. Bundan sonra da her kitabını okuduğumda da, aynı duyguları hissedeceğim. Bi yürek yanması. Bir hüzün yağmuru tutacak kalbimi. Son nefesini verirken ki yalnızlığı dağlayacak, her Ömer Seyfettin okurunun yüreğini.

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

Sabahattin Ali, Aldırma Gönül'ü nerede yazmıştır?

                                              ONUNCU YIL HATRINA
     Aldırma Gönül şarkısının, Sabahattin Ali’nin olduğunu biliyor muydunuz? Aldırma Gönül şarkısını, Sinop cezaevinde yazmıştır. Tabi şarkı olarak değil, şiir olarak. Şiirin adı: Hapishane-5. Müziği ise Kerem Güney’e ait. Sinop cezaevinden önce Konya cezaevinde yatmış. 29 Ekim 1933’de hapisten çıkmış. 1933, Cumhuriyetin onuncu yılı. Onuncu yılı kapsamında af çıkarılmış. Oda afdan yararlanıp çıkmış. Bu arada cezaevine 1932 yılında girmiş. Biliyorsunuzdur, Aldırma Gönül şarkısını Edip Akbayram söylüyor. Hem de ne harika söylüyor.
                                                ÖYKÜ DE YAZMIŞTIR
     Aldırma Gönül şarkısını ilk Hababam Sınıfı’nın bir sahnesinde duymuştum. Bu şarkıyı duyunca hemen Hababam Sınıfı’nın o sahnesi gelir aklıma. Bu şiirinin dışında Duvar adlı bir de öykü yazmıştır Sinop Cezaevinde. Sinop cezaevinde kalan tek edebiyatçı Sabahattin Ali değil. Refik Halit Karay’da kalmış orda, Ahmet Bedevi Kuran’da, Kerim Korcan’da. Hemen şunu da belirteyim: Refik Halit Karay, ünlü Memleket Hikayeleri kitabındaki Şaka öyküsünü burada yazmış.

Sabahattin Ali, Aldırma Gönül, Sinop cezaevi, okuduklarım
                                   

                                              KİMİ İSTERSEN BURADA
     Sinop cezaevinde daha kimler kimler kalmamış ki. Ahmet Arif’ten Deniz Gezmiş’e, Kemal Tahir’den Uğur Mumcu’ya, Yılmaz Güney’den Eşber Yağmurdereli’ye kadar. Sinop cezaevi 1980 darbesinden sonra, siyasi tutukluların kaldığı bir cezaevi oldu. Sonra Ferhan Şensoy’un Pardon filmi burada çekildi. Bu filmin ardından Parmaklıklar Ardında dizisine mekan oldu. Böyle olunca da ilgi alaka artmış. Popüler olmuş. Geleni gideni artmış. Bakmışlar olacak gibi değil. Burasını müze yapma karar almışlar.
                                              İLHAM VEREN DALGALAR
     Sinop cezaevi tam denizin kıyısında. Aslında bir kale orası. Ta 1568 yılında cezaevi olarak kullanılmasına karar verilmiş. O günden sonra da hep mahkumların hayatlarına tanıklık etmiş. Sabahattin Ali, kaldığı hücreden kıyıya çarpan dalgaların sesini duyar. Ve bu sesini duyduğu dalgalar ona, unutulmaz bir şarkı olacak Aldırma Gönül şiirinin yazılması için esin kaynağı olur. “Dışarda azgın dalgalar/ Gelir duvarları yalar/ Seni bu sesler oyalar” dizesinin kaynağı, işte bu hapishane kıyısına çarpan dalgalardır. Gelen turistler, en çok Sabahattin Ali’nin Aldırma Gönül dizelerini yazdığı hücreyi merak ediyorlarmış. Bende olsam, o hücreyi görmek isterdim tabi.

Foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/man-person-fog-mist-3180/
     

Yangınlar bir yandan nefret söylemleri bir yandan...

     Psikolojimi bozan ve eminim sadece benim değil, şu ülkedeki herkesin psikolojisini bozan şeylerden biri de, sosyal medya üzerinden insanların birbirini suçlaması. Muhalif ve yandaşların birbirlerine hakaret etmeleri. Sıradan insanların bile bu nefret söyleminin içine girmek durumunda kalmaları. Okuduklarım çok yaralıyor beni.

YANAN ORMAN GÖRMEK…   

     Psikolojimi bozan diğer bir şey de, İnstagram’a her girdiğimde yanan orman görüntüleri görmek. Artık bitse şu yangınlar. “Ağustosa değil de eylüle girmiş olsaydık” diyorum. Hiç değilse sıcaklar azalırdı da yangınların sönmesinde bir faydası olurdu.

BU YANGINLAR ANCAK BÖYLE Mİ BİTECEK?

          Korkum ne biliyor musunuz: Yangın söndürme işini beceremeyeceğiz ve bir tane bile yanmamış ağaç ve yanmamış yeşillik kalmayacak. Yanacak bir şey kalmayınca da bitecek bu yangınlar.

Anadolu Yakası kitabı hakkındaki yorumum...

     Kitap okumayalı, bir ay kadar olmuştu herhalde. Bir ara, Mustafa Kutlu’nun, Anadolu Yakası Nehir söyleşi kitabına başlamıştım. Bi 20 sayfa falan okuyup, bir köşeye bırakmıştım. Sonradan devam edememiştim, kalmıştı öyle. Son bir hafta, kitaba kaldığım yerden devam ettim. Ve sonunda kitabı bugün bitirdim. Kitapta bir gazeteci, bir televizyon sahibi ile röportaj yapıyor. Ama röportaj deyince, “Aman ne röportajı, okuyamam şimdi” demeyin. Çünkü bende öyle dedim. Ama kitabı okudukça anladım ki, olay öyle değil. Evet, röportaj var ama. Bir okuyun, o röportajın içinde birde neler var? Televizyon sahibi Muzaffer Gönül’ün, yani Muzo’nun, sinema ve televizyon sevdası var. Yine Muzo’nun, sinema setlerinden nasıl televizyon patronluğuna yükseldiği var.  
     Sosyal hayata dair, bugünkü aydın dediğimiz kişilerin nasıl olması gerektiğine dair, televizyonun kültürel yaşama etkisine dair, kısaca hayat var yani hayat. Ben zevkle okudum. Zaten kısacık bir kitap. 207 sayfa. Şimdi kitaptan çok beğendiğim bir bölümü paylaşmak istiyorum sizlerle. Muzaffer, İstanbul’a okumaya gitmiştir. Seneler sonra ailesini ziyarete gelir. Ve orada köyüyle özlemini giderir. Eski günlerine gider. Yazar Mustafa Kutlu, burayı çok iyi anlatmış. Bende bu bölümü seçtim sizinle paylaşmak için.
anadolu yakası, mustafa kutlu, okuduklarım

     Camiden çıktık. Baba ben biraz dolaşacağım dedim. İyi dedi, geç kalma.
     Köyden çıktım kendimi artık ekilmeyen tarlalara, göz alabildiğine uzanan topraklara vurdum.          Bizim köy de boşalıyordu. Gençler gurbete gidip dönmüyordu, tarlaları ot kaplamıştı.
     Kuru otlar bastıkça çıtırdıyor, her birinden ayrı bir koku yükseliyordu. Dağdan gelen serin yel kekik kokuyordu. Yürüdüm, yürüdüm. Eskiden kuzu otardığımız yerlerden geçtim. Yemlik yedim, kuzu kulağı kopardım. Önümde ufuk. İşte bu, şehirde görülmeyen bir şeydir. Şehirde binalar, arabalar, kalabalık insanın üzerine gelir. Onu sindirir, bir zavallı kılar. Bu düzlük öyle değil, kendini özgür hissediyorsun. Sanki kollarını kaldırsan uçacaksın.
     -Abi film çekmeye başladın sen. Tarkovski oldun sanki.
     -Olurum, bir mani mi var?
     -Olursun inşallah.
     -Evet, dönüp geldim. Doğru mezarlığa. İri meşelerden birine sırtımı dayadım. Dualar ettim. Meşe yapraklarının kurumuş olanları, esen yelle ağır ağır mezarlar üzerine dökülüyor. Yaprak da fani, insan da.
     -Ama yaprak baharda yeniden çıkıyor be abi.
     -O yaprak eski yaprak değil. Bir babanın oğlu gibi. Baba toprağa karışıyor, oğlan hayatı sürdürüyor, Cenab-ı Hakk’ın kanunu bu.
     Bir çayır kuşu öttü. Bir daha öttü.
Gözümden yaş damladı. Bilmem neden?
    -Abi bu çok mühim. Neden ağladın?
    -Cevabı yok. Her yan metafizik. Hayat, ölüm, yaprak, kuş. Kimse bir şey açıklayamaz. İnsan orada aciz olduğunu anlıyor ve inancı varsa dua ediyor.
Dua insanın Allah’a en yakın olduğu an.
Belki bu sebepten gözlerimden yaş geldi.

Okuma günlüğüm #1...

     Okuma günlüğüm ile karşınızdayım. Bir haftadan beri çalışıyorum. Bugün tatildim. Rahat rahat kitabımı okudum. Jean-Christophe Grange’ın, Lontano kitabını okumaya devam ediyorum. Daha ancak 200’lü sayfalara gelebildim. Bugün bi 50 sayfa kadar okumuşumdur. Kahramanımız Erwan, bakalım katili bulabilecek mi? Buradan kitabın ön sözüne ve satış fiyatına bakabilirsiniz. Sonra takip ettiğim bloglara bir göz attım. Evren Günlüğü’nün, “Bloglar adına asıl şimdi endişelenmeye başlayabiliriz” yazısını okudum. Sonra köşe yazarlarına geçtim. Haşmet Babaoğlu’nu okudum. Onun Pazar sözlüğü bölümü var. Dostluk, anlaşmak ve gece’yi anlattığı bölümler benim dikkatimi çekti. Pazar günlerini ayrı seviyorum. Çünkü bugün genelde hayatın içinden, mizah dolu yazılar oluyor.

okuma günlüğüm, kitap okumak, köşe yazısı okumak, okuduklarım
     DM’DEN YÜRÜME KURALLARI

     Okuma Günlüğüm Pucca ile devam ediyor. Pucca’da, Arda Turan’dan yola çıkarak, 10 adımda dm’den yürümeyi yazmış. Biz Türk erkekleri böyleyiz. Nerede olursak olalım yürüyoruz. İster İspanya’da olsun, ister sosyal ağlarda. Bu biraz, bize her yer Trabzon gibi oldu. Yani Arda Turan’da olsan, bu yürüme işi, yine de devam ediyor. Gülse Birsel ise, bugün mizah yapmamış. Eleştirel bir yazı yazmış. İstanbul Belediyesi kentin akıllı kent olabilmesi için harekete geçmiş. “Önce siz trafiğe, çarpık yapılaşmaya vs. onları bir halledin. Sıra akıllı kent olmaya gelsin” demiş, yazının özeti. Gülse Birsel’in içinden böyle muhalif bir kişiliğin çıkacağını beklemezdim.

     KALIPLAŞMIŞ MİZAHÇI ANLAYIŞIMIZ

     Onu da diğer komedyenler gibi, siyasete girmeden mizah yapacak, işine bakacak bir kadın komedyen olarak görüyordum. Sanırım bu kalıp, yerleşmiş bizde artık. “Mizahçı siyasete girmez. Mizahını günlük hayattan alır” gibi bir algı oluşmuş bizlerde. Onur Baştürk ise, son günlerin tartışılan bir başka konusunu ele almış. Özge Ulusoy’dan ve onun çok tartışılan, “Mankenler fakirle mi çıksın?” açıklamasından bahsetmiş. Bu sözün, Özge Ulusoy’a yapışıp kalacağını yazmış. Gerçi dışardan bu lafı edecek birine benzemiyor. Oda sonradan açıklama yapmış. Yazının içerisinde var bu açıklama. Bu zenginlik-fakirlik mevzu da çok tartışılır oldu. Davul bile dengi dengine demişler arkadaşım. İnsanların kendi statülerindeki kişilerle bir birliktelik yaşamasından daha doğal ne var ki? Okuma günlüğüm burada bitti. Güzel tepkiler gelirse bu köşeyi devam ettirmeyi düşünüyorum. Yorumlarınızı bekliyorum.

Foto kaynak:https://www.pexels.com/photo/woman-sitting-on-chair-using-black-ipad-196649/