Yazarların kendi
idolü olan yazarlarla, daha iç içe bir yaşam sürdürmesini seviyorum. İç içe
yaşam nasıl olur peki? Onun hakkında yazılar yazarak. Onun hayatıyla kendi
hayatında benzerlikler kurarak. Hatta ve hatta bir konuda aynı düşündüğünü
öğrendiğinde buna sevinerek. “Vay be! O da benim gibi düşünüyormuş”
diyerek. Ya da onun yaşamış olduğu eve
giderken ya da mezarını ziyaret ederken, kalbinin daha hızlı çarparak. Yani her
anlamda onunla yaşayarak. “Yaşadığım bu durumda o ne derdi?” diyerek. “O bu
durumda şöyle yapmış. Bende öyle yapmalıyım” diye, kendini motive ederek. Şimdiki
yazarlarda ben böyle durumlar görmüyorum. Ya da yemekten, yattığı yatağa kadar,
her şeyin paylaşıldığı bir ortamda, bu tip duygularını paylaşmanın uygun
düşmeyeceğini düşündüklerinden olabilir.
TEZER ÖZLÜ, KAFKA’NIN MEZARINDA
Bu yazımda Tezer
Özlü’den alıntı yapacağız. Tezer Özlü, tam da yukarıda anlattığım yazar
profiline birebir uyan bir yazar. Çünkü o Cesare Pevase hayranıdır. Onun dışında
Kafka’nın evini de, mezarını da ziyaret etmiştir. Tam bir yazar bence. Çok sevdiği
yazarların yaşadığı, nefes aldığı yerlerde kendi gezmek, kendi nefes almak
isteyen bir yazar. Alıntılayacağımız yazısı, Kafka’nın evini ve mezarını
ziyaret etmesiyle ilgili. “Neden buradaki yeşil, yabansı sessizlik şimdi sana
içinde yaşamak zorunda bırakıldığın dünyayı unutturuyor. Aynı dünyanın en derin
acısını Kafka çektiği için mi rahatsın onun mezarı yanıbaşında. Hiçbir yere
gitmek istemezcesine.
ÖLDÜĞÜNDE DE BABASINDAN KURTULAMAYAN KAFKA
Babası, ardından
da annesi aynı mezara gömülmüş. Şimdi Viyana’da Kafka’nın babasına mektubunu
düşünüyorsun. Yaşamı süresince baskısı üzerinden kalkmayan babanın, mezarda da
onun üzerine yattığını. Ne garip, dün mezarı başında bunu düşünmemiştin. Aksine
belki biraz da rahatlatıcı bulmuştun yalnız yatmayışını. Nazi kamplarında
öldürülmüş kız kardeşler ile Milena’yı düşünmüştün. Kafka’nın bu kamplara
girmemesi içini sevinçle doldurmuştu. Genç yaşta veremden ölmesi onun için en
büyük acılardan kurtuluş da demekti. Sessizlik ve yaban yeşilliklerin bürüdüğü
mezarlıktan çıkarken, ağabeyimin sözlerini algılıyorum. Berlin’in Aralık gecesi
buz gibi soğuk. Kar, asfalt üzerinde donmuş, Zoo istasyonundan çıkılınca, yan
köprü altındaki durakta 66 numaralı otobüsü bekliyoruz. O, Vvansee’ye gidecek.
“ÖLÜ GÖVDEMİN NE OLACAĞINI DÜŞÜNMEK BİLE
İSTEMEM”
Kentin Batı
yakası sınırındaki göl kıyısına. Bahçenin derinliğindeki büyük, sessiz, yalnız
yapıya. ‘İstanbul’da mezarlarımızı hazırlamalıyız,’ diyor birden. Nereye gömüleceğim
beni hiç ilgilendirmez. Ölü gövdemin ne olacağını düşünmek bile istemem. Toprakla
mı, suyla mı birleşeceği, yoksa kül mü olacağı diyorum. Sözleri, o gece bana
gereksiz bir melankoli gibi geliyor. Öylesine soğuk bir Berlin gecesinde bir de
insanın kendi mezarını düşünmesi. Şimdi Prag’da, yazarlarımın mezarları
doğrultusunda çıktığım yolculuğun başlangıcında onun sözlerinde haklı olduğunu
düşünüyorum. Ama gene de İstanbul kentinde bir mezarım olsun istemiyorum. Otobüse
biniyor. Pencere önünde bir yere oturuyor. Ben, kentin gece yaşamına dönüyorum.
Soğuğun ve karanlığın içine.” Ne güzel de anlatmış değil mi? Önce Kafka’yı,
sonra da kendisinin ölümüyle ilgili düşündüklerini.
Foto kaynak:Pixabay.com
Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder