Şiiri ve romanıyla var olan, komple bir yazar...

     Bir yazarın hayatına baktığınızda, başka yazarları da görmek mümkün Türk Edebiyatında. Buna örnek olarak Ahmet Hamdi Tanpınar’ı verebiliriz. Edebiyat fakültesinde okurken, hocalarından biri Yahya Kemal Beyatlı’dır. Tanpınar’ın yazım hayatında Beyatlı’nın, devasa bir etkisinin olduğu söylenir. Ne güzel değil miymiş o zamanlar? Yazarlar, şairler hep birbirlerinin hayatlarına değmişler. Kimi teşvik etmiş, yol göstermiş, kimi hocası olmuş, yolunu aydınlatmış. İç içe, yazım hayatları olmuş. Bu toprakların yazarları, birbirlerini beslemiş. Bunun dışında yabancı yazarlar da etkilemiş, bu toprağın romancısını, şairini. Sadece yerel de kalmamışlar. Yabancı romancıların romanları da, yabancı şairlerin şiirleri de cezbetmiş, yaşamın tadını yazmada bulan, bu toprağın yazarlarını.
Ahmet Hamdi Tanpınar

                                                   DOSTOYEVSKİ HAYRANI
     Ahmet Hamdi Tanpınar bir denemesinde bahsetmiş bu konudan. Kendisini çok etkilemiş olan Rus yazar, Dostoyevski’den. Yaşadığım Gibi adını verdiği denemesinde, “Dostoyevski’yi ise yeni yeni tanıyordum. Muazzam bir şeydi bu. Her an dünyam değişiyordu. İnsan ıstırabıyla temasın sıcaklığı her sahifede sanki kabuğumu çatlatacak şekilde beni genişletiyordu. Düşüncem adeta birkaç gece içinde boy atan o mucizeli nebatlara benziyordu. Ciltten cilde atladıkça ufkum başkalaşıyor, insanlığa ve hakikatlerine kavuştuğumu sanıyordum” demiş Dostoyevski için. Tam bu noktada şiirlerinden birine yer vermek istiyorum. Selam Olsun, şiirinin adı. Selam olsun bizden güzel dünyaya/ Bahçelerde hala güller açar mı?/ Selam olsun sonsuz güneşe, aya/ Işıklar, gölgeler suda oynar mı?
                                          KENDİ AĞZINDAN NASIL BİR YAZAR?
     Yaşadığımız olaylar dünyanın bu güzel taraflarını görmemizi engelliyor. Ama yine de bu şiir, huzur veriyor. Bir an kötülüklerin olmadığı bir dünya beliriyor hayalinizde. “Nasıl bir yazardır?” sorusuna en iyi cevabı yazarın kendisi verir. Gelin o zaman bakalım. Kendisini nasıl bir yazar olarak tanımlamış: “Şiirlerimin anahtarlarını roman ve hikayelerim verir. Mamafih roman anlayışım şiir anlayışımdan fazla ayrılmaz. Şu farkla ki şiirde kendimin, hikaye ve romanlarımda kendimle beraber mümkün olduğu kadar hayatımın ve insanların peşindeyim. Ve başkalarına ait zamanın peşinde”. Hem şiirde hem romanda başarı elde edebilmek, ikisinde de okuyucuların kalbini kazanabilmek, büyük bir yazarla karşı karşıya olduğumuzun bir göstergesidir. Romandaki başarısını da Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile ortaya koymuştur, Ahmet Hamdi Tanpınar.

Foto kaynak:Pixabay.com

Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com


Hamam böceği olarak uyanan bir adam...

     Franz Kafka yazısına ilk okuduğumda beni çok etkilemiş olan bir sözüyle başlamak istiyorum: “Bir kitap başımıza inen bir darbe gibi bizi sarsalamıyorsa neden zahmet edip okuyalım ki?”. “Hangi tür kitapları okumalıyız?” sorusu içimizi kemiriyorsa işte bize ölçüt. Cümlelerini ölümsüzlüğe kurmuş yazarların, yaşamlarını birazcık olsun araladığımızda, bunun gibi daha nice altın değerinde öğütler bulabiliriz. Kafka’dan bahsedelim mi biraz? Kişiden kişiye değişmekle beraber hemen benim aklıma Dönüşüm kitabı geldi. Çünkü fantastik bir yapısı var. Hamam böceğine dönüşen bir adam. Bilim-kurgu filmlerinin dünyayı salladığı bu dönemde, gençlere bu şekilde bir kitap olduğu aktarılsa, ben, çoğu gencin, sırf bu nedenle kitabı alıp okumaya başlayacağı kanaatindeyim.
Franz Kafka

                                            GENÇLER İÇİN DÖNÜŞÜM ZAMANI OLABİLİR
     Elbette ki kitabın anlatmak istediği şey farklı. Sadece buradan gençler yakalanabilir. Kitaba başlamalarına, bir göz atmalarına vesile olur. Bir şekilde yeni nesil kitaplarla buluşturulmalı. İlk defa Franz Kafka okuyacak gençlere iyi bir başlangıç olabilir, Dönüşüm. Kimsenin kafasını cep telefonu ve tabletlerden kaldırdığı yok. İlgi çekici bir şeyler olacak ki, o kafalar o cihazlardan kalksın, hatta o cihazları bir kenara bıraksın. Dönüşüm, o cihazları bıraktıracak kadar ilgi çekici. Nasıl ki şu anda ortalık Örümcek, Demir Adam vesaireden geçilmiyorsa. Bunlar ilgi odağıysa. Bu ilgiden kitaplar adına faydalanmak gerekir. Diğer önemli bir kitabı da Dava. Bu Dava bize hiç de uzak değil.
                                                        BU HİÇ ESKİMEYEN BİR DAVA
     Bir kitabı ya da bir filmi veya başka sanat dallarından verilmiş herhangi bir ürüne baktığınızda: “Aynı bizim yaşadığımız hayat” diyorsanız, o eser ölümsüzlük kapısından geçmiş demektir. Dava kitabı da böyle bir eser. Bu tip eserlere dikkatlice bakıldığında şu da farkediliyor ki: Bu kitaplar kaç yıllar yıllar önce yazılmış. Ama bunca zamana rağmen bakın hiçbir şey değişmemiş. Buradan insanlığın bazı konularda milim ilerlemediği ya da ilerleyemeyeceği sonucu çıkabilir mi? Ya da farklı bir bakış açısından da bakarsak. İyilik ve kötülük, ikisi de içimizde at koşturuyor. Ama galiba kötülük önde gidiyor. Franz Kafka’nın bu iki eseri de, ister istemez bunları düşündürtüyor.

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

Sevdiğin kadına belki okuyamayacağını bilerek, on üç gün boyunca mektup yazmak...

     Yazarların yazdığı ama, hesapta olmayan kitaplar vardır. Cemal Süreya’nın, On Üç Günün Mektupları kitabı da, hesapta olmayan kitaplar kısmına dahil işte. Eşi Zuhal Hanım’ın tehlikeli ve ağır denebilecek bir ameliyatı vardır. Ameliyattan sonrası da risklidir. Çünkü hayatına felçli olarak devam etme gibi bir olasılık da söz konusudur. İşte böyle bir ortamda Zuhal Hanım ameliyata girer. Ameliyatından hastaneden çıkıncaya kadar, eşine mektup yazar durur. Bu her gün böyle devam eder. Ta ki, eşi hastaneden çıkıncaya kadar. On üç günün sonunda eşi hastaneden çıkmıştır. Ve şükür ki, korkulan hiçbir şey başa gelmemiştir. Eşine yazdığı bu on üç gündeki mektuplar, sonunda kitap olur.
cemal süreya

                                                   GERÇEK ADI BAŞKADIR
     Kitabın adını da, eşi Zuhal Hanım koyar. Eşi de kendisi gibi bir şairdir. Normal mesleği muhasebecilik olsa bile. İkisi de takma adlar kullanırlar. “Takma ad derken? Yani Cemal Süreya da mı takma admış?” sorusunu sorduğunuzu duyar gibiyim. Evet, aynen öyle. Gerçek adı Cemalettin Seber’dir. Eşi ise Elif Sorgun adını kullanmaktadır. Kitap, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmış. Tesadüfe bakın ki, kitabın adı gibi, tam on üç baskıya ulaşmış. On üç gün boyunca mektuplar yazdığı kadınla, tanışma hikayesini de öğrenmek ister misiniz? Bunun için ilk tanıştıkları geceye gitmemiz gerekiyor. Tarihler 1967 yılıdır. Mevsimlerden ilkbahar. Türk Edebiyatçılar Birliği Lokalinin açılış gecesi vesile olur tanışmalarına.
                                                      NASIL TANIŞTILAR?
     Bundan sonrasını isterseniz eşi Zuhal Hanım’dan dinleyelim: “Gece kalabalık ve neşeliydi. Bir ara Cemal Süreya yanıma yaklaştı ve ‘Benimle evlenir misin?’ dedi. Yakınlaşmayı çok iyi bilen biri olduğu için önceleri kaçtım ondan. Daha sonra rastlaşmalarımız, duygusallığımız, nişan yüzüğünü kapalıçarşıda bir çayhanede takmışlığımız, altı ay sonra yıldırım nikahıyla noktalandı. Nikah tanıklarımız: Muzaffer Buyrukçu ile Tevfik Akdağ idi. Ercüment Uçarı da tek konuğumuzdu. Evimizin gecelerini Ülkü Tamer, Gülsen Tuncer, Muzaffer Buyrukçu süslerdi.” O zamanlar dikkat ederseniz yazarlar hep iç içeymiş. Bugün için böyle bir durum göremiyoruz. Belki de zamanın ruhu bunu gerektiriyordur. Böyle başlayan ve evlilikle biten bir tanışma hikayesi. Ardından bir ameliyat. Yazarın sevdiğine olan hislerini mektuplara dökmesi ve ardından gelen bir kitap. Hayatla yazmak iç içe.

Foto kaynak:pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com              

Yazmak, hayatının neresinde?

     Bir mesleği yapmayı ne kadar istiyorsunuz? O işe gerçekten gönülden bağlı mısınız? Hayatımızın mutluluğu, bu sorulara vereceğimiz cevaplara bağlı. Belki o meslekten milyonlar kazanamayacağız, ama mutlu ve huzurlu bir yaşam süreceğiz. Kendi yağımızda kavrulacağız. Çoğu yazar ve şair de, tıpkı bu anlattığım gibi yaşadılar. Hatta sevdikleri işi, yazmayı yapabilmek için, farklı işlerde çalıştılar. Farklı işte çalışmaları, yazmayı ne kadar da sevdiklerini göstermez mi? Bunlar hayatın samimiyet testleriydi, o yazarlara ve şairlere. Dışardan bakıldığında böyle bir görüntü vardı. Peki kendileri ne diyorlardı, yazmaya olan sevdaları için? Adı üstünde bunlar, yazar ve şair. Kendilerini anlatırken de, senden benden farklı anlatacaklardı  elbette.
yazmak

                                                    DELİKANLIDAKİ CESARET
     Fazıl Hüsnü Dağlarca. Bu yazıda, ondan alalım isterseniz, bu sorunun cevabını. Bilenler bilir. Dağlarca’nın, Çocuk ve Allah kitabı vardır. İşte anlatacağımız olay, o kitabın çıktığı dönemde geçiyor. Hepimizde bir istek vardır. Bir yazımızı, bir şiirimizi, bizden üstün birine gösterip, ondan fikir alma isteği. İşte o zamanlar, bizim gibi genç bir delikanlı da, sokulmuş şairin yanına. Yazdıklarını gösterip, fikir alacak. Şahsen ben böyle bir işe kalkışamazdım. Bu kadar büyük bir şair bana, “Sende iş yok” derse, ben yıkılırdım çünkü. Nasıl yıkılmazsın ki? Bu işin üstadı olmuş bir şairden, bir balyoz gibi sözler iniyor, o heyecanla bir şeyler karalamış olduğun kalbine.
                                                  YAZMAK NE İFADE EDİYOR?                                                 
     Şair almış şiirleri, okumuş. Ve sonra çocuğa dönüp demiş ki: “Tanrı sana öyle bir güç verecek ki, sağ kolunu kestiğin zaman İstanbul’un, sol kolunu keserse Türkiye’nin, sağ bacağını keserse Balkanlar’ın, sol bacağını keserse Avrupa’nın en büyük şairi olacaksın”. Çocuk, bakmış ki pabuç pahalı, “Dur” demiş, “Dur”. “Başlarım onun şiirine!”. İşte, tam bu noktada şair, çocuğa ve biz yazar ve şair olmak isteyenlere, hayat dersi verircesine demiş ki: “Benim bir gözbebeğim kalsın, bir de kalem tutacak iki tane parmağım. Yeter ki şiir yazayım”. Bu nasıl bir aşktır, bu nasıl bir yazma sevdasıdır. Hayran olmamak, imrenmemek elde değil. İyi ki o gün, o delikanlı şiirlerini göstermiş de, biz de böylece Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, bize yol gösterecek öğüdünü okuyabildik.

Foto kaynak:pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

Ölümle, şiiriyle yüzleşmiş bir şair...

     Attila İlhan deyince aklınıza ne geliyor? Benim, Ben Sana Mecburum şiiri geliyor. Bir de devamlı milli olmayı, olmamızı savunan görüşleri. Ben bu görüşlerini seviyorum. Bana göre de, her şey de milli bir yapımız olmalı. Miili edebiyatımız. Milli cep telefonumuz. Milli otomobilimiz. Yazar dediğin, şair dediğin böyle olmalı. Ben, hem yazar, hem şair ifadesini kullanıyorum. Çünkü kendisinde ikisi de var. Romanı da var. Zaten şairliğiyle biliniyor. Zamanında Fransa’da yaşamış. Orada Avrupa kültürünü iyice etüt etmiş. Fransa’ya da Nazım Hikmet için gider. Nazım için bir komite kurulmuştur. Ona katılmaya. Bu vesileyle de, Avrupa’yı yakından tanır işte. Kendimizi Avrupa’lıdan aşağı görmemizi kendisi şöyle anlatır.
kitap

                                              KENDİMİZİ KÜÇÜK GÖRME HASTALIĞI
     “Lisede Sofokles okuduk, Klasik Türk Musikisi’ne sövmeyi, Divan şiirini hor görmeyi… Sanki Sinan Leonardo’dan önemsiz, Mevlana Dante’den küçüktü, Itri ise Bach’ın eline su dökemezdi. Aslında kültür emperyalizminin ilmiğini kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk…” Ne güzel ifade etmiş değil mi? Soruyorum size. Değişen ne var? Hala kafalarımız aynı değil mi? Gün gelip bu sözü geçersiz kılarsak, o zaman millet olarak ilerlemiş, yol kat etmiş sayacağız kendimizi. Yazı üzerine söylediği bir şey de, çok dikkatimi çekti benim. Onu da sizlerle paylaşmak isterim. Daha iyi yazar olmanın yollarından biri de denebilir aslında bunun için. Yazarken de tasarrufu savunan bir yapısı var.
                                                       ÖLÜMÜYLE YÜZLEŞMESİ
     “O ne demek?” derseniz. Bir örnekle anlatıyor kendisi bunu. Diyelim ki bir adam var. Bu adam yalnız, bu adam tek başına. Bunu nasıl anlatırsınız? “Adam şöyle yalnız, adam böyle yalnız” diyerek lafı uzattıkça uzatır mısınız? Evet, uzatırız. Genelde hepimiz böyle yaparız. İşte, “Böyle uzatmayın” diyor. “Kesik bir kol gibi yalnızlık deyip geçin” diyor. Sizce de vurucu bir tanımlama değil mi bu? Son olarak da, An Gelir şiirinden bahsetmek isterim sizlere. Bu şiirinde sanatıyla, yani şiiriyle ölümle yüzleşir, kendi ölümüyle. “Görünmez bir mezarlıktır zaman/ şairler dolaşır saf saf/ tenhalarında şiir söyleyerek/ kim duysa/korkudan ölür/ -tahrip gücü yüksek- / saatli bir bombadır patlar/ an gelir attila ilhan ölür”

Foto kaynak:pixabay.com

Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

      

Sevgilisizliğin bir şairin ruhunda açtığı yara...

     Bu yazıda sizlere, sevdiğim şairlerden olan Cahit Sıtkı Tarancı’dan bahsetmek istiyorum. Neden seviyorsun derseniz? Şiirleri su gibi berraktır, yalındır. Okuduğunuz bir dizeyi anlamak için, yeniden okumak zorunda kalmazsınız. Bir okuyuşta anlarsınız ne demek istediğini. Bir de o kadar kırılgan bir yapısı ve kalbi vardır ki. Şiirlerinde çok rahat farkedersiniz bunu. Duyguları o kadar derinden yaşar ki. Şiirlerini devleştiren de, o derinden yaşadığı duygular olsa gerek. Bir sanatçıda olması gereken duygu yoğunluğu, onda kat be kat varmış. Ben böyle içli sanatçıları daha çok seviyorum. Benim kafamdaki şair tipi bu şekilde. En ufak bir şeyde hüzünlenecek, içlenecek, gerekirse gözyaşı dökecek.
kitap

                                  ARKADAŞLARININ YANINDA SEVGİLİSİZ KALMAK
     Benim kafamdaki şair tanımına, tıpa tıp uyan bir şair, Cahit Sıtkı Tarancı. Bu yüzden şiirlerini ilk okuduğumda, çarpmıştır beni. Ancak benim hayalimdeki bir şair, duygularını bu şekilde, açık ve anlaşılır bir şekilde dizelere dökebilirdi. Hayatını incelerseniz, daha da kendinizden bir şeyler buluyorsunuz, şiirlerinin dışında. Okul yıllarında sevgilisi olmamasından depresyona girmiş. Hangimiz girmedik ki o yaşlarımızda. Her arkadaşının sevgilisi vardır. Bir senin yoktur. O yaşta, o durum öyle bir koyar ki insana. O, bu durumla nasıl başa çıkmış dersiniz. İleride büyük adam olacağını düşünerek. İşte bu kırılma anıdır. Yaşaman gereken duyguları yaşayamamak. O duyguları bastırmak. Ruhuna atılmış bir çiziktir. Belki de hiç kapanmayacak olan.
                                          SEVGİLİSİZLİK İNSANA NELER YAPTIRIR?
     Sevgilisinin olmaması, ruhunu o kadar acıtmış ki. Kendince yollar aramaya başlamış. O ruh acısını dindirmek için. “Gün gelecek büyük adam olacağım” düşüncesi, doldurmamış içindeki boşluğu. Nasıl doldursun ki? O bir kaçış yoluydu sadece kendinden. Tutmuş bir mektup yazmış kendisine. Sanki bir kızdan gelirmişcesine. Yaa işte. Yaşadığı sevgisizlik bunalımı onu, kendi eliyle satırlara döktüğü, bir sevgili yapmasına neden olmuş. İşte bu sevgi açlığı. Zamanında biz de yaşadığımız için, bu açlığı iyi biliriz. Gerçi şu zamanda, yetişkinlerimizde de var artık bu sevgi açlığı. Sevgisiz bir dünya olup çıktık. Bundan sonra Cahit Sıtkı Tarancı şiirlerini okurken, bunu da aklımızın bir köşesinde bulunduralım.

FOTO KAYNAK:Pixabay.com


BLOG LİNKİ:yasamdanyazilar.blogspot.com

Vakit geçsin diye okumaktan şairliğe...

     Hani bir söz vardır, “Adam olacak çocuk” diye. İşte bunun gibi yazar olacak kişi de, kendini çocukluğundan belli ediyor. Bu yazının kahramanı çocuk, Cemal Süreya. Bugün şiir dendiğinde akla gelen birkaç şairden biridir kendisi. İsmini ilk duyduğum yerlerden biri de, bundan yıllar yıllar önceki bir programdı. Yine başka bir şair, Sunay Akın’ın yaptığı ramazan özel programıydı. Konuklarından biri şarkıcı Yaşar’dı. Diğer konuğunu şimdi hatırlamıyorum geçmiş gün. Konu şiirler ve şairlere gelmişti. O programda Yaşar, Cemal Süreya’nın şiirlerini çok beğendiğini söylemişti. “Boyna ismini duyuyorum. Acaba şiirleri nasıldır?” dediğimi hatırlıyorum. O zamanlar şimdiki gibi akıllı telefonlar nerde. Hemen tıklayıpta şiirlerine bakasın.
kitap okumak

                                                  NE BULURSAM OKURUM ABİ
     İnternet kafeler modaydı o zaman. “Ne zaman internet kafeye gidersem, o zaman bakarım şiirlerine” demiştim. Gittiğimde bakmıştım. İkinci Yeni falan diyordu. O zaman da anlamazdım bu İkinci Yeniden, şimdi de. Ben bir şiiri okurum. Hoşuma giderse gider. Neyse bu yazı çok kişisele döndü. Biz yine Cemal Süreya’ya dönelim. Çoğu yazarda gördüğümüz özellik, kendisinde de var. Eline ne geçerse okuyormuş. Ne için okuyormuş dersiniz. Vakit geçirmek için. Şimdi düşünüyorum da. O zamanlar, akıllı telefon falan olsa. Belki de Cemal Süreya şair olamayacaktı. Şimdi bu internet o kadar vaktimizi alıyor ki. Sanki biz interneti değil de, internet bizi kullanıyor.
                                             BEN YAZAR OLACAĞIM” ÖZGÜVENİ
     Çocukluğunda olur olmaz her şeyi okurmuş. Edebi değeri olmayan şeyler bunlar tabi. Kendisi ne zaman yazmaya başlamış. İşte o zaman gerçek sanat eserlerini, kitap gibi kitapları okumaya başlamış. Gelelim ilk paragrafta bahsettiğim, adam olacak çocuk mevzuna. İlkokul yıllarında yazar olmak istiyormuş. Çok da güveniyormuş kendine. “Kesin yazar olacam ben ilerde” gözüyle bakıyormuş kendisine. Şimdi hangimiz çocukluğumuzda böyle düşündük ki. Hangimiz kendimize böyle bitmek bilmeyen güven duyduk ki. Ben de sizler gibi, yazarların nasıl yazar olmaya karar verdiklerini okumayı seviyorum. Her yazarın başlama hikayeleri farklı olsa da, temelde, yazmaya duydukları iştah ve doğuştan gelen yetenekleri aynı. Şimdi çocukken böyle düşünüyordu dedik ama. Asıl edebiyatla yakından haşır neşir olma dönemi, lise sonmuş. Üniversite yıllarındaysa bu haşır neşirlik durumu pik yapmış. Aslında düşündüm de. Sizlerle her yazarın yazmaya nasıl başladıklarını da paylaşsam, iyi olmaz mı? Neyse bu düşüncemizi de heybemize koyalım, biz yazma yolculuğumuza devam edelim. Peki sizler, bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?

Foto kaynak:pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com