Powered By Blogger

30 Mayıs 2016 Pazartesi

Ernest Hemingway, İstanbul'u anlatıyor...

     Dillere destan şehir, İstanbul. İmparatorluklara başkentlik yapmış bir şehir. Kültürlerin merkezi bir şehir. Bunları, daha da çoğaltabiliriz. Çünkü İstanbul bir değil, bin özelliği kendisinde barındırıyor. O yüzden, ne dense az. Hala duyarız. Hem bizimkilerden, hem de yabancılardan, “Dünyayı gezdim. İstanbul gibisini görmedim” diye. Peki yazarlar, İstanbul’u nasıl anlatmış? Bahsettiğim herhangi bir roman ya da hikayede değil. İstanbul’a gelmiş, ziyaret etmiş, büyük yazarlar ne demiş, İstanbul hakkında? Evet, o büyük yazarlardan birine, Ernest Hemingway’e kulak vereceğiz. Hemingway’in anlattığı İstanbul, 1922’in İstanbul’u. Okuyacaklarınızı lütfen, bu tarihi göz önüne alarak okuyalım. Bugünkü İstanbul’a göre değerlendirmeye kalkarsanız, yazı büsbütün anlamsızlaşır o zaman. Yani, okuyucularımın dikkatine!!!
Ernest Hemingway

                              HAŞLAMA PATATES SATILIRMIŞ O ZAMANLAR SOKAKLARDA
     Biliyorsunuz, sabah ezanlarımız bir başkadır. Her dinleyişte etkiler bizi. Sabah ezanlarımızdan etkilenen, sadece bizler değiliz tabi. Hemingway’de etkilenmiş. İstanbul’daki tatil günleri, şimdiki ülkemizin tatil günleriyle, yarışır nitelikteymiş. 168 gün tatil varmış. İmparatorluk olduğu içinde, Cuma-cumartesi ve pazar da tatil. Cuma biz müslümanlara, cumartesi Yahudilere, pazar ise Hristiyanlara tatilmiş. Bugün nasıl milletimiz devlet memuru olmak istiyorsa, o zamanlar İstanbul’da da, banka memuru olmaya çalışmak revaçtaymış. O zamanlar, saat dokuz dendi mi, yemek yenirmiş. Saat on dedi mi de, tiyatrolar açılırmış. Gece ikide ise, gece kulüplerinin açılma vaktiymiş. Kahveleri de gözlemlemiş Hemingway. O zamanın kahvelerinde biz Türkler, nargileyi tek geçermişiz. Her kahvede gözlemlemiş bunu Hemingway. Bir de geceleri, sadece köfteciler kaplamıyormuş sokakları. O zamanlar bir de haşlama patates satılırmış.
                                                 HEMİNGWAY’DAN İSTANBUL TASVİRİ
     Şöyle bir tablo çiziyor Hemingway, o zamanın İstanbul’u için. “Güneş doğmadan, kendinizi İstanbul sokaklarına atarsanız, önünüzden kaçışan fareleri görebilirsiniz. O saatte sadece fareler yoktur sokaklarda. Çöp tenekelerinin sakinleri de zayıf, çelimsiz köpeklerdir. O saatte bir ışık yansıması görüyorsanız, bu bir barın ışığıdır. Ve peşinden sarhoş kahkahaları kulaklarınızı tırmalar. Bir yanda sarhoş kahkahası, diğer yanda ise içli ezan sesleri” diyor. İşte Hemingway’in gözünden, 1922’in İstanbul’u bu şekilde. Siz Heminway’in gözlemleri hakkında ne düşünüyorsunuz? O zamanki İstanbul hayal ettiğiniz gibi  miymiş?

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

Cemal Süreya: "İmza günleri benim işim değil"


     Biz okurlar olarak kitap fuarlarını, imza günlerini severiz. Çünkü yüzlerce kitapla tanışırız. Çok sevdiğimiz kitapların, hayranı olduğumuz yazarlarıyla tanışırız. Sohbet ederiz. Fotoğraflar çektiririz. Kitaplarını kendi ismimize imzalatırız. Biz okurlar için, bunların hepsi, teker teker çok önemlidir. İleride baktıkça güzel bir şekilde anılacak, hatıralardır. Yıllar geçtikçe, okur ile yazar arasındaki mesafe, çok azaldı. Özellikle bu kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle. Onlarla, sosyal medya üzerinden her an düşüncelerimizi paylaşabiliyoruz. Hepsi iyi, güzel hoş da. Bu işin bir de yazarlar yönü var. Ne demek yani, yazarlar yönü? Sen orda kitabını imzalatıp, bir iki laflayıp gidiyorsun. Ya orda kalan yazar? Onlar, çok da mutlular mı bu durumdan?


Cemal Süreya, imza günleri, kitap, yazarlar

SAÇMA BİR GÖSTERİ
     Mutlu olmayanlardan biri de, Cemal Süreya. “Saçma bir gösteri” olarak tanımlıyor imza günlerini. Peki neden? Gelin, biraz bunu irdeleyelim. Okuduğum yazı itibariyle Cemal Süreya, sayı olarak beş ile altı diyor, katıldığı imza günleri için. Bu imza günlerinin hemen bir değerlendirmesini yapıyor, “Parlak sayılmazdı” diyerek. Sıkıntının zirve yaptığı kitap fuarı olarak, Tüyap’ı gösteriyor. Aslına bakarsanız, temelden karşı Cemal Süreya bu işe. Yayıncı ile okur arasına, yazarın oturtulmasına karşı. Sanıyorum ona göre yazar, bu gibi şeylerde öne sürülmemeli. Yazar, sadece yazmalı. Yayıncı da yayınlamalı. Okur da okumalı. Kısacası, “Bana göre değil” diyor.  Zamanımızda yaşasaydı bu görüşü değişir miydi? Bilemiyorum. Ama sanırım değişmezdi. Ona göre yazar, bu konumda olmamalı.
YAZAR NASIL OLMALI İMAJIYLA İLGİLİ OLABİLİR Mİ?
     Bu tamamen yazarlığın nasıl algıladığınızla ilgili bir durum. Belki de küçüklükten itibaren, yazarlığı nasıl öğrendiğinizle ilgili. Onu ilk başta hayatınızda, nasıl tanımladığınızla ilgili belki de. Cemal Süreya'nın, çocukluk yıllarından itibaren tanıdığı yazarlıkta, belki de imza günleri yoktu. Ya da vardı, azdı. Ya da çevrresinde imza günleri ile ilgili olumsuz bir imaj vardı. Tüm bunlar nedeniyle ya da biri sebebiyle ya da bambaşka bir sebep nedeniyle, imza günlerinden hoşlanmıyor. Günümüz yazarlarından, imza günleri hakkında, olumsuz görüş bildirenler var mı? Sizler biliyor musunuz? Size, imza günleri ne ifade ediyor? Cemal Süreya’nın görüşlerine katılıyor musunuz? Artık sözü size bırakıyorum.

Foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/blur-book-candle-close-up-207700/



Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

28 Mayıs 2016 Cumartesi

Virginia Woolf'tan yazar olmak isteyenlere...

     Günlük tutmak. Yazma heyecanını ilk tattığımız sayfalar. Kimilerimiz için artık bir nostalji. Kimimiz için ise, hala vazgeçilmeyen bir tutku. Şimdi yazacaklarım, hala bu tutkudan vazgeçmeyenleri sevindirecek gibi. Virginia Woolf’un, günlük tutmak ile ilgili söylediklerini okudum. Zamanında o da, yazma dersleri vermiş. Bu okuduğum yazı, o derslerden birinde, kursiyerlerle diyaloglarını ele alan bir yazı. Sınıfta Virginia Woolf, herkesten günlük tutmasını ister. Peki neden günlük tutulmasını istiyordu kursiyerlerden? Çünkü hayatın içinde, bizi yazmadan uzaklaştıracak olan, o kadar çok meşgale var ki. Bu meşgalelerden, nasıl sıyrılıp da, yazının başına oturacağız? Nasıl kendimize ait, bir yazma saatimiz olacak? İşte bu nedenle, yani hayatın içinde, kendimize yazma zamanı ayırmak için günlük tutulmasını istiyor.
                                        GÜNLÜK TUTUN, AMA ÖYLE SIRADAN DEĞİL
     Sınıftaki kadınlardan biri, bizim her zaman sorduğumuz, değişmez sorumuzu, biraz da çekinerek soruyor Virginia Woolf’a. “Peki ne yazacağız?”. Bu hepimizin üzerine, kabus gibi çöken bir soru değil midir? Neyse ki soruyu soran, sadece bunu sormakla kalmıyor. “Her günkü, duygusal olarak yaşadıklarımızı mı yazacağız? Yoksa sabahtan akşama, ne yaptıysak bir bir onları mı not edeceğiz?” diyerek, soruyu daha da derinleştiriyor. Burdaki önemli bir noktayı belirtiyor Virginia Woolf. “Bu defteri, sıradan bir günlük gibi düşünmeyin. Sanki bir yazarsınız da, günlük tutuyormuşsunuz. Bu tarzda düşünün ve ona göre bu günlüğü tutun” diyor. Bir günlüğü yazar gibi tutmak. Ne harika bir yöntem değil mi?
Virginia Woolf

                                                        “İŞİNİZ YAZMAK OLSUN”
     Kendi günlük tutmasından örnek veriyor Woolf. Sınırları aşmak dediğimiz işi, günlüğü ile yaptığını söylüyor. Ve ayrıca bu tuttuğu günlüğü, bir antreman sahası gibi görüyor. Nasıl ki takımlar antrenmanda değişik taktikleri denerler. O da farklı yazı stillerini deniyormuş. Bu çok iyi bir yöntem gerçekten. Yine sınıftan biri soruyor bu sözleri üzerine. “Sınırları aşmak diyorsunuz da. Onu nasıl yapacağız?”. Yazmanın verdiği o müthiş duyguyla ağzından, “Yazın. Hep yazın” diyordu. Yazmak, yazmak, yazmak. Virginia Woolf, şaşırtıcı şeyler söylemeye devam ediyordu. “Gerekirse saçmalayın. Hem de bir-iki sayfa da değil. Sayfalarca. O sayfalarda her şey olun. Aptal ol. Yetmedi, duygusal ol. Taklit edin. Ama her daim içinizden gelenleri yazıya dökün.
                                                  YETER Kİ YAZ DA, NASIL İSTERSEN YAZ
     Orası sizin sınırsız alanınız olsun. Hiçbir şey tanımayın. Noktalama işaretlerini unut gitsin. Roman şöyle olur, yok hikaye böyle olur geç. Yıkın, dağıtın. Aklınızdaki tüm kelimeleri kullanın. Şiir istiyorsan şiir yaz. Yok roman istiyorsan roman yaz. Nasıl istersen yaz. Tüm duyguları böylelikle yaşa. Bu şekilde yazmayı öğreneceksin” diyor. Ben Virginia woolf’un söylediklerinden etkilendim ve faydasını olacağını düşünüyorum. Sizler neler diyorsunuz günlük tutma ile ilgili? Virginia Woolf’a katılıyor musunuz?

Foto kaynak:Pixabay.com

Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

22 Mayıs 2016 Pazar

Röportaj yapan yazarlarımız: Yaşar Kemal ve Sait Faik...

     Bir yazarın yaptığı işler, her zaman farklılık gösterir. Çünkü yazar, olayları en ufak noktasına, detayına kadar inceler ve hayata bu yönden bakar. Bu nedenle, yazarların kitap yazmak dışındaki işleri de beni meraklandırır. Bunlardan biri, röportaj yapmaları mesela. Bir gazetecinin yapacağı röportajla, bir yazarın yapacağı röportaj, bana göre farklılık gösterir. Bir yazarın başka bir yazarla röportaj yaptığını düşünsenize. Bir yazarın halinden, en iyi başka bir meslekdaşı, yani başka bir yazar anlar. Bu yönden bakılırsa, o röportajı okumaya doyamayız diyorum. Gazeteci, sadece gazeteci gözlüğüyle röportaj yapacakken bir yazar ise, başka bir yazar arkadaşının daha karanlık noktalarına nüfuz edebilir. Onları deşebilir. Bize daha iyi gösterir, o yazarın iç dünyasını.
röportaj yapan yazarlar

                                                     RÖPORTAJ YAPAN YAZARLARIMIZ
     Şimdilerde yazarlarımız arasından var mı röportaj yapanlar bilmiyorum. Ama yapsalar bir heyecan dalgası yaşatacağı kesin. Edebiyatımıza baktığımızda röportaj yapan yazarlar olarak Yaşar Kemal ve Sait Faik’i gösterebiliriz. Bu yazarlarımız, aynı zamanda röportajda yapıyorlardı. Mesela Yaşar Kemal, Sait Faik ile yapmış. Uzun değil. Ben okudum. Hem de zevkle okudum. Yaşar Kemal sanki röportajı da, bir hikaye yazar gibi yapmış. Röportaj mı okuyorsunuz yoksa hikaye mi, belli değil. Günümüzde röportaj nasıldır? Gazeteci devamlı soru sorar. Karşıdaki yanıtlar. Bu kadar. Ama Yaşar Kemal’de öyle mi? Tamam, o da sorular soruyor. Ama o röportajın içine yediriyor.
ÖNERİ YAZI:KİTAP OKUYACAK VAKİT BULAMIYOR MUSUNUZ?
                                   BUGÜNÜN YAZARLARINDAN KİMLER RÖPORTAJ YAPAR?
     Sonra Sait Faik. Yıl 1947’de röportaj yapmış. Kiminle? Orhan Veli ile. Bu nasıl bir iştir? Röportajı yapan, Türk edebiyatına damga vurmuş hikayeci Sait Faik. Röportajı yapılan ise, Türk şiirine Garip akımıyla damga vurmuş Orhan Veli. Tam bir edebiyat sarhoşluğu. Soran bir değer. Cevaplayan bir başka değer. Şimdilerde yazarlarımız böyle birbirleriyle röportaj yapsalar diye düşündüm. Mesela Ahmet Ümit. Şimdi beraber program yaptıkları için aklıma geldi. İskender Pala ile bir röportaj yapamaz mı? Bundan yıllar yıllar sonra da o röportajı okuyan bir başkası, “Vayy be! İki büyük yazar röportaj yapmış. Ne güzel, ne de iyi yapmışlar?” demez mi? Bugünün yazarları arasında sizce kimler röportaj yapmalılar? Artık söz sizde.
ÖNERİ ÜRÜN:KENDİ BLOG SİTENİ KENDİN YAPABİLİRSİN

Foto kaynak:pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

20 Mayıs 2016 Cuma

Victor Hugo'nun yazarlık dışındaki diğer sanatsal yeteneği...

     Bazı yazarlar, sanata yatkınlık olarak içlerinde sadece yazmayı barındırmıyorlar. Yazma dışında da, sanat dallarına yetenekleri olabiliyor. Bu tip bir yazara örnek olarak, Victor Hugo’yu verebilirim. Victor Hugo deyince benim aklıma, hemen Sefiller romanı gelir. Ben iyiliğin kazandığı roman diyorum Sefiller’e. Victor Hugo, Sefiller gibi dünya çapında eserler ortaya koymanın dışında, bir de resim yaparmış. Hem de öyle böyle değil. Toplamda yapmış olduğu resimlerin sayısını söylesem, eminim sizin de benim gibi, dudağınız uçuklar. Dört binden fazla. Yanlış duymadınız. Tam dört binden fazla resim yapmış.
Victor Hugo

                                        BASİT BİR RESİM YAPMA HEVESİ DEĞİL
     Bu gibi insanlar, boşuna her zaman okunacak eserler bırakmıyorlar dünyaya. Bu resim yeteneği hakkında, ressam bir arkadaşının söyledikleri, bizim için daha iyi bir yol gösterici olacaktır sanırım. Ressam dostunun adı : Eugene Delacroix. Victor Hugo için: “Eğer yazar değil de, ressam olsaydı, yüzyıla damga vurmuş ressamlardan biri olabilirdi” demiş. Ressamlığı bu kadar ileri bir düzeydeymiş yani. Peki sizler yazarların, yazmaları yanında, böyle ressamlık gibi, diğer sanat dallarında da yetenekli olmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
ÖNERİ YAZI:YAZMAK HAYATININ NERESİNDE?

Foto kaynak: pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

18 Mayıs 2016 Çarşamba

Hepimizin hayatı aslında bir roman ya da hikaye değil mi?

     Okurlar olarak, hikaye ya da roman okuyup duruyoruz. Peki bir an olsun düşündünüz mü? Hayatınız hangisine benziyor? Hani bir söz vardı, “Hayatımı yazsam roman olur” diye. Son günlerde okuduğum makalelerde, yaşanılan hayatın, aynen yazılmasının da olabileceği söyleniyor. Hatta yazarlardan biri, oturmuş başından geçenleri yazmış. Roman, hayatı anlatmaz mı sonuçta. Benim de yaşadığım bir hayat. O zaman kendi hayatımı da yazabilirim. Böyle kafa da olan yazarlar da var. Ben bu düşünce tarzına soğuk değilim. Bilakis, sıcak yaklaşıyorum. Önemli olan sadece, okurlara anlatmada problem olmaması. Yoksa hepimizin hayatı oturulabilir ve yazılabilir. Önemli olan nasıl anlattığın derler ya. Gerçekten de öyle.

                                          ANLATIM TARZI OKURU YAKALAMALI
     Hepimiz yaşıyoruz öyle değil mi? O zaman hepimizin hayatı yazılmaya değer. Farklı olan belki bazılarımızın hayatı çok aksiyon doludur. Bazılarımızın ise çok durağan ve sakin. Ama bu bir şeyi değiştirir mi? Değiştirmez. Hayatta her şey anlatılmaya değer. Yeter ki anlatım tarzınız herkesi, yani okuru yakalasın. Gün geçtikçe insanların kendi hayatlarını paylaşma düşüncesi, daha kabul edilir oldu. Bunda, sosyal paylaşım sitelerinin de yadsınamaz bir etkisi var. Oradaki paylaşımların, edebi yönünü sorgulamak abesle iştigal olur. Ama temelde, hayatı herkesle paylaşmayı sağlaması yönünde öncülük ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Daha dişe dokunur ve düz yazı olarak paylaşımlar ise bloglar sayesinde oldu. Kişisel blog diye bir dünya var.

                    ÖNERİ YAZI :Dan Brown'un Cehennem kitabı ve İstanbul...
                                NE YAZACAĞIM SORUSUNUN CEVABI MEYDANDA
     Buradaki paylaşımlarında ne kadar edebi olduklarına dair bir soru sorulabilir. Haklı bir sorudur. Ama blog yazmaktaki amaç farklıdır. Sosyal medyadaki gibi anlık ve tüketme üzerine kurulu değildir. Blogdakiler yazma sevdası üzerine o blogları açmışlardır. Mizahi yazılar yazılsada oradaki amaç, yazma tutkusunu gidermektir. Buradan sonraki gidilecek olan yerde edebiyat şehridir. Kişisel bloglar hayatlarını paylaşmaktalar. Ne demiştik? Her hayat yazılmaya değerdir. Eskiden romanlar ve hikayeler vasıtasıyla hayatlar anlatılıyordu. Şimdi blog yoluyla herkes hayatından kesitler sunabiliyor. Bu sayede blog yazarlarıyla üzülüp, sevinebiliyoruz. Yazar olarak hepimizin birincil aradığı cevaptır, “Ne yazayım?” sorusu. Aslında cevap kendinde. Kendi hayatımızı yazabiliriz. Sonuçta okuduğumuz romanlar ve hikayelerde başkalarının hayatları. Peki sizler bu konuda neler düşünüyorsunuz? Hepimizin hayatı yazılmaya değerdir sözüme katılıyor musunuz?
                                           İLGİNİ ÇEKEBİLİR: SOSYAL FOBİYİ YOK ET

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

17 Mayıs 2016 Salı

Umberto Eco, "Kaybedenleri anlatırsan edebiyat olur" diyor...

     Okuduğum romanlarda, kazanan mı anlatılıyor, yoksa kaybeden mi? Bunu hiç takip etmedim. İstatistiğini de tutmadım. Ama Umberto Eco, bu soruyu sordurmamı sağladı. “Gerçekte romanlarda kazananlar mı, yoksa kaybedenler mi daha çok başroldeler?” diye sordum kendime. Hemen, en son okuduğum romana, Elveda Güzel Vatanım’a gittim. Ordaki baş karakter, Şehsuvar Sami’ydi. Peki, o bir kaybeden miydi? Evet, kaybedendi. Sevdiğinden ayrılmıştı. Ve uğruna canını ortaya koyduğu örgüt, başarıya ulaşamamıştı. “Yoksa, yoksa. Edebiyatta çok satan bir kitap yazmanın formülü bu mu? Kaybedeni yazmak mı?” dedim. Umberto Eco: “Gerçek dediğimiz edebiyat kaybedenleri anlatır” diyor. Umberto Eco’nun bu sözünden sonra, bunun üzerine yazmak istedim.
Umberto Eco

                                                KAYBEDENLER BİZDE İŞ YAPAR
     Kaybeden hikayelerinin bizim ülkemizde iş yaptığını söylersek, yanlış söylemiş olmayız herhalde. Dram dizilerinin zirve yapmasından, olur olmaz programların acitasyon yapmasından, rahatlıkla bu durumu çıkarabiliriz. Toplum olarak da, kaybedenlere karşı ayrı bir hassasiyetimiz vardır. Belki de toplumun çoğunluğu olarak, kaybetmemizden ileri gelebilir mi bu durum? Bu soru da şimdi, şu an geldi aklıma. Roman nedir diye, şöyle bir kurcalarsak. Toplumda yaşananların yazıya dökülmesidir. Bir yazar toplumu gözler. Ve toplumda gördüklerini bir kurgu içinde kaleme alır. Bazen de kurguya gerek kalmaz. Sadece kahramanların isim değişikliği bile yeterli olur. O zaman şöyle bir kanıya ulaşabilir miyiz? Toplumun çoğunluğunun, kaybedenlerden mi oluştuğu şeklinde bir soru sormuştuk az önce.
                                                      KAYBEDENLER DÖNGÜSÜ
     Toplumun kaybedenleri çok ki. Yazılan romanlarda da, kaybedenler anlatılıyor. Ki, romanlar toplumun bir yansıması dedik. O zaman buradan, Umberto Eco’nun dediğine çıkabilir miyiz? O yazının sonunda Umberto Eco’nun, kaybedenler kazananlara göre daha çekici minvalinde bir sözü de vardı. Buradan şunu da çıkarabiliriz o halde. Okurlar, yazarlardan kaybedenlerin hikayelerini bekliyor. Bu durum kendi içinde birbirini takip eden, bir döngü halini almış. Toplumda kaybedenler çok. Yazarlar toplumu gözlüyor. Bu kaybedenleri yazıyor. Hatta kendi de bir kaybeden olabilir. Ve yine hatta, kendini yazmış olabilir. Bunun neticesinde kaybedenlerden oluşan bir toplumda, kaybedenlerin hikayelerini okumak istiyor. İsterseniz, siz de şöyle, son okuduğunuz kitaplara bir göz gezdirin bakalım. O romanlardaki baş kahramanlar da, kaybedenlerden mi? Genel olarak bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Foto kaynak:Pixabay.com

Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

     

16 Mayıs 2016 Pazartesi

Ayşe Tolga'dan sürekli kitap okuyamayanlara dair...

     Biliyor musunuz, bilmiyorum. Her pazar, Trt Haber’de, Vapurda Çay Simit Sohbet diye bir program var. Sevdiğim konuklar olursa izliyorum. Bu haftaki konuğuna baktım. Ayşe Tolga’ydı. Hani, bu aralar Seksenler dizisinde Ahmet’in eşini oynayan. Sohbet sırasında Ayşe Tolga bir şey söyledi. O benim çok dikkatimi çekti. “Bazen durmadan kitap okursunuz. Bazen de hiç canınız okumak istemez. Böyle zamanlar kendinizi bilgiyle doldurmuşsunuz demektir. Ancak o bilgiyi kullandıktan sonra, yeniden okuma iştahınız gelir” dedi. Bu söz neden bu kadar dikkatimi çekti? Çünkü Ayşe Tolga, orada beni anlatmıştı da ondan. Benimde okuma dünyam böyle gel gitlidir. Kimi zaman açlıktan ölen bir insanın, yemeğe saldırması gibi saldırırım okumaya.
Ayşe Tolga

                                           OKUMA DÜNYAM ÜZERİNE TEORİLER               
     Kimi zaman da, hiç acıkmayacak gibi tok olan biri gibi, kitaplara bakarım, onlar da bana bakar. Neden böyle bir davranış şeklim olduğuma dair, kendi kendime teoriler üretirdim. İşte böyle teoriler ürettiğim bir zaman diliminde olduğum için, Ayşe Tolga’nın o sözü çok dikkatimi çekti. Söylediği söz bana çok mantıklı geldi. Belli bir kapasitemiz var. Ve o kapasiteyi dolduktan sonra, canımız okumak almıyor. O yüzden belli bir süre kitaplardan uzak kalıyoruz. Zaman geçtikte o bilgileri kullanıyoruz. Yeni bilgilere yer açıyoruz. Yeni bilgilere yer açıldığı dönem de, yeniden okuma isteğimizin, damarlarımızda dolaşmaya başladığı dönem oluyor. Ondan sonra, vuruyoruz kendimizi okumaya.
                                           YAPIMA GÖRE OKUMAMI DÜZENLEDİM
     Daha önce kaç kere yazdım bilmiyorum. Nefes almadan okuyabilen bir yapıya sahip olmak isterdim. Bunun için, çaba göstermedim de değil. Ama çabuk sıkılan bir mizacım olduğu için, kendimi okuyacağım diye sıkmam da, bir işe yaramadı. Ben de Ayşe Tolga’nın dediği gibi, akışına bıraktım. Ne zaman canım okumak isterse, başladım okumaya. Ne zaman daralmaya başladıysam, elimi çektim kitaptan. Sonradan bu durumu ben, kendini bilmek ve ona göre davranmak olarak değerlendirdim. Herkesin yapısı farklı. Madem ki benim yapım, çok ve devamlı kitap okumayı kaldırmıyor. Bende okuma hayatımı, buna göre planlamaya başladım. Sizler, devamlı kitap okur musunuz? Yoksa benim gibi, belirli zamanlarda mı? Ayşe Tolga’nın sözü için ne diyorsunuz?

Foto kaynak:Pixabay.com

Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com
    


15 Mayıs 2016 Pazar

Dan Brown'un Cehennem kitabı ve İstanbul...

     Hani futbol için söylenen bir söz vardır. “Futbol, sadece futbol değildir” diye. Bunu edebiyat için de uyarlayabiliriz aslında. Hatta daha da ileri giderek, roman için de özelleştirebiliriz ve diyebiliriz ki, “Roman, sadece bir roman değildir”. Niye böyle bir giriş yaptım? Dan Brown’un Cehennem kitabı nedeniyle. Haberlerde izledim. Daha önceki romanının geçtiği şehre, normalinden 3-4 kat daha fazla turist gelmiş. Sırf o roman, orada geçiyor diye. Yani buradan anlıyoruz ki roman, sadece roman değildir. Bizim ülkemizde maalesef, “Alt tarafı bir kitap. Ne olacak ki?” gibi bir söylem var. İşte bu yaşananlar, böyle düşünenlere harika bir cevap oluyor. Şimdi olayın en güzel yanına geldik işte.
Dan Brown

                                        BU FİLMLE MİLYONLAR İSTANBUL’A AKACAK
     Cehennem kitabının filmi çekildi. Ve filmin büyük bir süresi İstanbul’da geçiyor. Ayasofya ve Yerebatan Sarayı. Şimdi bu filmi milyonlar izleyecek. Ve yine bu milyonlar akın akın İstanbul’a gelecekler. İşte bir kitabın, işte bir romanın gücü. Aslında Kültür Bakanlığı’mızın bu gibi konularda daha fazla destek olmasını bekliyoruz. Bu gibi şeyler, milyon dolarla ifade edilemeyecek reklamlar demek ülkemiz açısından. Bacasız sanayi dediğimiz turizmden, daha da fazla kazanabiliriz. Hatta dünyanın en çok turist çeken ülkesi de olabiliriz. Bu hiç de hayal değil. Bu potansiyel bizde mevcut. Bu tarih, bu altyapı bizde mevcut. Sadece Dan Brown değil tabi. Ahmet Ümit’in romanlarını okuyupta gelen turistlerde var.
                                      MELEKLER VE ŞEYTANLAR HARİKA BİR KİTAPTI
     Bizim ülke olarak romana, sanata işte bu yüzden daha da fazla yatırım yapmamız gerekiyor. Bizim ülkemizin taşı toprağı turizm açısından gerçekten de altın. Bunu değerlendirmeliyiz. Kitapla ilgili de bir şeyler söyleyelim değil mi? Ben Cehennem kitabını okumadım. Dan Brown ismini duyardım. Köpürtülmüş yazarlardan sayardım onu da. Bir gün kütüphanede Melekler ve Şeytanlar kitabına denk geldim. “Alalım bakalım. Şu Dan Brown dedikleri balon muymuş anlayalım bir” dedim. Kitabı okumaya başladım. Ve anladım ki. Bu adam gerçekten boş değilmiş. Sürükleyici kitaba örnek vermek gerekirse ben Melekler ve Şeytanlar’ı rahatlıkla verebilirim. Harika bir kitaptı. Peki sizler Dan Brown ve kitapları hakkında ne düşünüyorsunuz? Ve romanların ekonomiye, turizme katkıları hakkında ne dersiniz?

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

14 Mayıs 2016 Cumartesi

Dostoyevski, sıradan insanlardan yakınıyor...

     Yaşadığımız devir, yeni bir insan tipi üretti. Çıkarcı insan. Temelde ben böyle tanımlıyorum. Aslında bu tip insanları, birden fazla şekilde tanımlayabilirsiniz. Hep banacı insan, diyebilirsiniz mesela. Ya da, benden sonrası tufancı insan da diyebilirsiniz. Hepsini topladığınızda ortaya, sadece kendini düşünen  insan tipi çıkıyor. Dostoyevski bu insanı, “Sıradan insan” olarak tanımlamış. Budala kitabında yapmış bu tanımlamayı. Kitabın çıkış tarihine baktım. 1869. O tarihlerde bile yakınıyormuş Dostoyevski. “Acaba biz yanlış mı düşünüyoruz?” dedim kendime. Hani şöyle bir klasik düşüncemiz var ya. “İnsanlık bu son yüzyılda bozuldu. Teknolojiyle beraber”. Ama öyle değilmiş işte. Dostoyevski bu tanımlamayı 1868’de yapıyor.
dostoyevski

                               DOSTOYEVSKİ’NİN SIRADAN İNSANI, HEP VARDI
     Galiba, insanın var olduğu andan itibaren almak gerekiyor sıradan insanı. Kendi çıkarından başka bir şeyi düşünmeyen insanı. Belki, “Bu yüzyılda fazlalaşmışlar” diyebiliriz. Dostoyevski o zamanın, sıradan insanını anlatan örnekler vermiş. Her şeye faydacılık açısından bakan insanlar, bakın neler diyorlarmış. Mesela, ağaç diken bir insanı şöyle eleştiriyorlarmış. “Tamam güzel. Sen bunu diktin de. Bundan sen faydalanamazsın ki? Bu büyüyesiye kadar, sen toprağın altına girersin” derlermiş. Size hiç yabancı geldi mi? Bana gelmedi. Bu anlatılanın, 1868’de olmasına rağmen. Yüzyıllar geçse de, insan değişmiyor işte. Fütursuzca ağaçlar kesiliyor. Gelecek nesillerin yaşamından çalıyoruz. Ama bu önemli mi sıradan insan için. O, bugününün peşinde.
                               SIRADAN İNSANLARIN OLDUĞU BİR DÜNYA İSTENİYOR
     Yazıya başlarken, “Bu çağ üretti, sıradan insan tipini” dedik ama. İkinci paragrafta ise, bu insan tipinin, insanın var olduğundan beri hayatımızda olduğu kanısına vardık. Şimdi üçüncü paragrafta, bir başka noktaya daha değinmek istiyorum. Evet, sıradan insan tipi hep vardı. Ama bu çağda, herkesin sıradan insan olması için bir çaba harcanıyor. Sıradan insan tipi özendiriliyor, destekleniyor. Neden böyle peki? Eminim Dostoyevski, şimdi yaşasaydı, bunun için de bir şeyler yazardı. Dünyada bu tip insanlar çok olursa, istediğiniz gibi at koşturabilirsiniz. İnsanlığın aleyhine her türlü faaliyeti yapabilirsiniz. Nasıl olsa soran eden, karşı çıkan yok. Küresel yapıların kobayı haline geliyor insanlık işte. Peki sizler neler söylemek istersiniz bu konuda?

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

13 Mayıs 2016 Cuma

Goethe, aşk acısını anlatmış kitabında...

     Günlük olarak edebiyat sitelerini takip etmeye çalışıyorum. Her önüme geleni değil tabi. Her yönüyle kalitesini belli eden siteleri takip ediyorum. Ben bir okur olarak yazarların hayatlarını da merak ederim. Bir kitabı hangi duygularla yazdıklarını. Ya da bir kitabı ona yazdırmaya iten olaylar silsilesini de öğrenmek isterim. Edebiyat siteleri bu yönden istediklerimi karşılıyorlar. Bugün Goethe hakkında bir yazı vardı bir tanesinde. Genç Werther’in Acıları kitabı hakkında. Ben bu kitabı okumadım. Ama okumayı çok istiyorum. Zira çok bahsediliyor, çok anlatılıyor bu kitap. Genç Werther neden acı çekebilir? Genç bir adam neden acı çekebilirse ondan. Yani aşktan.
goethe

                          GENÇ BİR YAZARDAN AŞK ACISINI ANLATAN BİR KİTAP
     Genelde yazarlara sorulan sorudur. Hem de bıkmadan sorulur. “Kitapta anlattığınız şeyleri yaşadınız mı?” diye. Bir soru daha var klasik. Hazır yeri gelmişken onu da atlamayalım. “Romanın ana karakteri ne kadar sizden? Ya da siz ondan ne kadarsınız?” sorusudur, ikinci sorulan da. Peki Goethe aşk acısı çekmiş mi? Çekmiş. Bazı yaşadıklarını almış romana koymuş. Goethe bu romanı yazdığında daha 25’indeymiş. Çok genç değil mi? Kitap çıkar çıkmaz sadece Almanya’da değil, tüm dünyada ses getirmiş. Ne kadar da aşk acısı çeken varmış değil mi? Peki bugün bu sayı azaldı mı? Hayır. Hala en çok dinlenen şarkılar aşk şarkıları. Hala en çok satan kitaplarda aşk zirvelerde.
                                                    AŞKLA DÖNEN DÜNYAMIZ
     Geçmişten bugüne baktığımızda değişmeyen tek şey aşk acısı. Aşk mutluluk vaat etmiyor galiba. Ama buna rağmen hala peşinde koşmuyor muyuz? Bu açıdan baktığımızda aşkın peşinde koşanlar olarak bizler, mazoşist miyiz sizce? Bugün Goethe’nin kitabıyla ilgili yazıyı okuduktan sonra kafamı kurcaladı bu sorular. Şöyle bir kanıya vardım. Dünya, aşkla dönüyor. Hepimiz aşkın peşinde dönüyoruz. Hepimizin içinde aşk denen bu coşkun duyguyu yaşamak için can atan bir yanımız var. Sonunda aşk acısı çekme ihtimali olsa da yine de yaşamak istiyoruz. Ama gördüğüm kadarıyla aşkı herkes yaşayamıyor. Tam olarak neden olduğunu bilemesem de sadece belirli kişiler yaşıyor aşkı. Düşünmeye başladınız mı ardı ardına düşünüyorsunuz böyle işte. Acaba Werther nasıl yaşadı aşk acısını? Goethe nasıl yazdı, nasıl anlattı kitabında? Acaba bir Alman aşk acısını hangi kelimelerle ifade eder? Aşk acısını nasıl yaşar? Bu sorular da aklıma gelmiyor değil. Peki sizler kitap ve aşk hakkında neler düşünüyorsunuz?

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

12 Mayıs 2016 Perşembe

okumayı istediğim kitaplar...

     Okumayı istediğim kitaplar hangileri? Onları paylaşmak istiyorum sizinle. “Bugüne kadar niye okuyamadın?” derseniz. Çalıştığım zamanlar, mesaiden başımı kaldıramıyordum. Bırakın kitap okumayı, kendim bile zar zor dinlenebiliyordum. Şimdi ilk fırsatta, bu kitapları okuyacağım. İlk sırada, Sabahattin Ali’den Kürk Mantolu Madonna var. Sabahattin Ali’nin daha önce, Kuyucaklı Yusuf’unu okumuştum. Ama bir türlü Kürk Mantolu Madonna denk gelmemişti kütüphanede bana. Gittiğimde kütüphaneciye soruyordum. “Başkasında görünüyor” diyordu. Sonra da arada kaynadı gitti. Bunca yıl geçmesine rağmen, hala çok satanlar listesinde. Bunun haberi de yapıldı medyada. Bunca yıla rağmen hala ilgi görüyor olması, bir okur olarak beni de, bu kitabı okumam için heyecanlandırıyor.
okumayı istediğim kitaplar

                                              PUSLU KITALAR ATLASI, İKİNCİ SIRAMDA
     Okumayı planladığım ikinci kitabım: İhsan Oktay Anar’ın, Puslu Kıtalar Atlası. Çağrı merkezinde çalıştığım zamanlarda bir arkadaşım vardı. İşe gidip gelirken, elimde devamlı kitap gördükçe, en sonunda bana kitap kulübüne girmeyi teklif etti. Bu teklifi beni heyecanlandırmıştı. Kitap kulübünde doktorlar falan da vardı. Öylesi yani. Ortak olarak okunup, tartışılacak kitap, işte İhsan Oktay Anar’ın, Puslu Kıtalar Atlası’ydı. Galiba adını ilk orda duymuştum. Galiba diyorum. Çünkü ben, eğer denk gelirsem, kültür-sanat programlarını takip ederim. Orada yeni çıkan kitaplar, çok satan kitaplar bölümü vardır. Ya da bir yazar, okumak için kitaplar önerir. İşte bu programların birinde duymuş olabilirim, bu kitabın ismini. Bu da okumayı planladığım, ikinci kitap.
                                        BİR İNSAN BÖCEK OLARAK UYANSA NE YAPAR?
     Ve geldik son kitaba. Son kitap, yabancı bir yazarın kitabı. Kafka’nın Dönüşüm’ü. Bir sabah, kocaman bir böceğe dönüşmüş olarak, gözlerini açmış bir adamın hikayesi. Tabi bu görünen kısmı. Asıl anlatılmak istenen, başka bir şey. Ama Kafka, anlatacağı şeyin ilgi çekmesi için öyle bir hikaye bulmuş ki. Duyar duymaz insanın ilgisi kayıyor. Bir de kitabın çıktığı zamanları düşünsenize. O zamanlar böyle üç boyutlu filmler mi vardı. Hayal gücü daha kısıtlıydı. Görsel olarak. Bu zamanlar için bir adamın böcek olarak uyanması, fazla çekici gelmeyebilir. Onu demek istiyorum. Benim okumayı planladığım kitaplar bunlar. Sizin okumayı planladığınız kitaplarınız var mı? Varsa bizlerle paylaşmak ister misiniz?

Foto kaynak:Pixabay.com

Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com
    





11 Mayıs 2016 Çarşamba

Kitaplarla nasıl arkadaş oldum?

     Kitapla ilk tanışmam lise yıllarımda olmuştu. Bunu daha önceki yazılarımdan birinde paylaşmıştım. Bugün düşündüm de. Ondan sonrasını paylaşmadım sizlerle. Her ne kadar lise yıllarında kitapla tanışmış olsam da, bu tanışma pek yakın bir arkadaşlık değildi. “Merhaba, merhaba” türünden soğuk bir selamlaşmaydı. Kitapla can ciğer olmam daha sonraki yıllarda oldu. Yolum yine kütüphaneye düştü kitaplar için. Bu sefer okulun kütüphanesi değil, halk kütüphanesiydi. İlk defa gidiyordum halk kütüphanesine. Daha önce arkadaşlar üye olmam gerektiğini söylüyorlardı. Üyelik içinde nüfus cüzdan fotokopisi yetiyormuş. O gün giderken yanımda nüfus cüzdan fotokopisini götürmüş olabilirim. Şimdi net olarak hatırlamıyorum. Girdim kütüphaneden içeri. “Ben üye olup kitap almak istiyorum” dedim.
kütüphaneden ödünç kitap almak

                                                   KÜTÜPHANEYE NASIL ÜYE OLDUM
     Ben, “Kimlik fotokopiniz lazım” denmesini beklerken TC’mi söylememin yeterli olduğunu öğrendim. Orada hemen üye oldum kütüphaneye. Prosedür falan beklerken işe bakın ki bir anda üye olmuştum. Hayatımda da hep böyle olmuştur. Bir işin zor geçeceğini düşünüyorsam o işim kolay geçmiştir. Yok, kolay geçeceğini düşünmüşsem o işim de zor geçmiştir. Böyle farklı bir durumum var işte. Bilmiyorum sizde de böyle durumlar oluyor mu? ilk zamanlarda sadece bir kitap alınabiliyordu okumak için. 15 günde okuma süreniz vardı. Eğer bitirememişseniz getiriyordunuz. Bir 15 gün daha uzatılıyordu kitap süreniz. Sonradan kitap sayısı üçe çıktı. Her gittiğimde üç kitabı almadan bırakmıyordum.
                                           KÜTÜPHANEDEKİ KİTAP SEÇME STRATEJİM
     Kitap seçerken dakikalar harcardım. Otobüsle gidip geldiğim için kütüphaneye, aldığım kitapları muhakkak on ikiden vurmalıydım. Ben öyle olmasına çalışırdım. Ama pek başarılı olduğumu söyleyemem. Bu on ikiden vurmak ne demek? Onu da açıklayayım. Sevebileceğim kitapları seçmek ya da seçmeye çalışmak. İşte bunda başarılı değildim. Üç kitaptan birisini muhakkak ismi duyulmuş yazarların kitaplarından alırdım. Kötü çıkmaması için. Diğer ikisini de kafama göre. İşte o kafama göre aldıklarımı da genelde beğenmezdim. İşte bu dönemim de kitaplarla arkadaş oldum. Zaman zaman okumaya ara versem de bu ara, kitap okuma arzusuyla susamış biri olarak dönmeme engel bir ara olmazdı. Peki sizler kitaplarla hangi döneminizde ve nasıl arkadaş oldunuz?

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

10 Mayıs 2016 Salı

Montaigne'nin Denemeler'ini yarıda bıraktım...

     Montaigne’nin Denemeler’ini bitiremedim. “Niye?” derseniz. Sıkıldım. Bir de düşünün. İki-üç sayfalık yazılar. İnsana sıkılmazsın gibi geliyor. Ama o iki-üç sayfacıkta bile, sıkmayı başardı beni yazılar. Her zaman söylediğim şeydir. Ben bir kitaptan sıkıldıysam, hemen onu bir kenara atmam. Birkaç kere daha okumayı denerim. Baktım yine olmuyor. Bu sefer bırakırım. İşte Montaigne’nin Denemeler’i de, böyle bir kitaptı benim için. Başka bir çevirisini okumadım. Elime geçerse başka bir çevirisini de okurum. Bu çevirilerden de çok dert yanılıyor. Okuyoruzdur hepimiz. Baştan savma, işin ehli olmayanlara veriliyormuş bu çeviriler. Sonucunda da doğru dürüst çevirilemiyorlar işte. İşin ehli olmayanlara da niye veriliyor? Maliyeti az da ondan.
montaigne denemeler

                                      YÜZÜNCÜ SAYFAYA KADAR OKUDUM
     Her şeydeki yozlaşma, doğal olarak edebiyat dünyasına da yansıdı. Ortaya kalitesiz işler koyarak, daha fazla para kazanma, orada da hayalleri süslüyor. Yani az emek, çok para. Kısa yoldan köşeyi dönme. Hayattaki ilkemiz bu oldu. Gerçi buna ilke demek de, ne kadar doğru. Hayatta bir emek ortaya koymayanın, ilkesi olur mu? Yüzüncü sayfasına kadar okudum Denemeler’i. Ancak oraya kadar tahammül edebildim. Ya gerçi, her klasik eseri seveceğiz diye bir kural da yok. Birkaç gün önceki mim yazımda da yazdım. “Yüzyıllık Yalnızlık kitabını beğenmedim” diye. Bu durumun sadece bana has olduğunu zannederdim. İnternette, 1984 kitabını anlatan bir videoda da, anlatan adam, 1984’ü beğenmediğini söyledi.
                                                   KLASİK AMA BANA DEĞİL  
     Bizim ülkede böyle şeyler hoş karşılanmayabilir. “Vay efendim sen Denemeler’i nasıl beğenmezsin? Ya da sen kimsin ki 1984’ü beğenmiyorsun?” şeklinde söylemler karşılayabilir bizi. Böyle eleştiriler gelirse hiç şaşırmam. Burası Türkiye. Bizde önyargılar almış yürümüş. Beklenenin dışında bir şeyler söylediğiniz zaman hemen, “Sivrilik yapma. Düzeni bozma” deniyor. Olaya bakış açımız bu. O yüzden bu tür eleştiriler şaşırtmaz beni. Sizleri de şaşırtacağını zannetmiyorum ya. Edebiyat dünyasında bile mahalle baskısı kapınızı çalabilir yani. Mesela ölüm hakkında yazmış Montaigne. Ben bir şey anlamadım. Belki ölüme farklı bakış açılarımızdan dolayı olabilir. Buna doğu-batı farkı diyebiliriz herhalde. Sonuç olarak Montaigne’nin Denemeler’i, yarıda bıraktığım klasikler arasına girdi. Sizin Denemeler hakkındaki görüşleriniz nelerdir peki? Bana katılıyor musunuz?

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

8 Mayıs 2016 Pazar

ERDAL DEMİRKIRAN:"BİLİNENİN AKSİNE DAHA ÇOK KİTAP OKUYORUZ"

     Erdal Demirkıran’ın bir konuşmasını dinledim. Konuşmasında ülkemizdeki kitap okuma oranlarına değiniyordu. Bu her zaman tartışmalı bir konudur. “Okuyor muyuz, okumuyor muyuz?” sorusuna çok kafa şişirmişizdir. Hala da şişiriyoruz ya gerçi. Bu konudaki olumlu ya da olumsuz görüşleri takip ediyorum bende. Aslına bakarsanız özellikle, “Erdal Demirkıran’ın bu konudaki görüşü ne?” diyerek oturmadım bigisayar başına. Onun videolarını izliyordum. Kişisel gelişim üzerine söyledikleri etkileyici gerçekten. İşte bu videolarından birini izlerken videoda konu ülkemizdeki kitap okuma oranlarına geldi. “Ülkemizde bilinenin aksine çok kitap okunuyor. Bunu da ispatlayabilirim” dedi. Sunucu da heyecanla hemen sordu, “Nasıl?” dedi. Ne yalan söyleyim. Bende oturduğum yerden sordum, “Nasıl?” diye.
ERDAL DEMİRKIRAN

                                                 BİZDE DAHA ÇOK KİTAP OKUNUYOR
     “Amerika’daki kitap satış oranlarına bakarak kitap okuma oranlarını tespit edebilirsiniz. Ama Türkiye’da kitap satış oranlarına bakarak bunu yapamazsınız. Çünkü biz Türk’lerde kitap elde ele dolaşır. Yani bir kitabı bir kişi okumaz. O okur ona verir. Ondan bir başkasına gider. Türkiye’de okunma oranlarını bulmak istiyorsanız satılan bir kitabı 20 ile çarpmanız gerekir. Ancak bu şekilde doğru rakamlara ulaşabilirsiniz” dedi. Halbuki bu durum göz önünde değil mi? “Bunu nasıl gözden kaçırmışım. Hakikaten öyle” dedim. Bizim ülkede herkes kitap almaz. Biri kitabı alır. O kitap elden ele dolaşır. Ama tabi 20 ile çarpılması durumu bana biraz abartı geldi. Kitap elden ele olsa da o kadar dolaşmıyor.
                                            ELDEN ELE DOLAŞAN KİTAPLAR GERÇEĞİ
     Erdal Demirkıran anlattığı bu olayı örneklendirdi de. Nasıl mı? İmza günlerinden. “Hatta imza günümde bir olay yaşadım. Adam imzalatmaya gelmiş kitabı. Kitabın arkasına bir baktım. Arkası çentik dolu. ‘Bunlar ne?’ diye sordum. ‘Ne kadar kişi okuduysa o kadar çentik attım’ dedi. En az 15-20 çentik vardı” dedi. Tabi arkadaşlarınız da sizin gibi okuyorsa ya da kitap kulübüne üyeyseniz böyle bir şey mümkün. Benim çevremdeki herkes kitap okuyor diyemem. Okuyan ya birdir ya da iki. Yani bir elin parmaklarını geçmez. İçinde bulunduğumuz maddi koşullar gereği herkesin kitap alma gücü yok. O nedenle bir kişi kitabı alıyor. Ve o kitapta elden ele dolaşıyor. Erdal Demirkıran verdiği bu örneği biz Türk’lerin kendine has özellikleri kapsamında verdi. Peki siz ne diyorsunuz bu konuda?

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

7 Mayıs 2016 Cumartesi

MİM: YAK- YENİDEN YAZ- TEKRAR OKU

     Ne Okudum Ne İzledim bloğunun kurucusu ve sahibi sevgili Serhat beni mimlemiş. Beni mimlediği için teşekkür ederim (Bu da garip bir cümle oldu değil mi :)) Mim başlığı: Yak-  Yeniden Yaz- Tekrar Oku. Hadi başlayalım o zaman.
                                                                          * YAK*
                                                         TOLSTOY- ÇOCUKLUĞUM
     Bu bölüm benim için çok zor oldu. Çünkü ben sevmediğim, beğenmediğim kitapları sonuna kadar okumuyorum. Birkaç kere denerim. Sarmazsa bırakırım. Daha okuyacağım bir dünya kitap varken, o kitapta ısrar etmenin bir anlamı olmadığını düşünürüm. Okuduğum kitaplar listesini gözden geçirdim bu nedenle. Gözüme Tolstoy’un Çocukluğum kitabı çarptı. Buraya yazabileceğim bir tek onu gördüm. Ben böyle büyük bir yazarın çocukluğunda, daha farklı şeyler beklemiştim. Yazıya nasıl başladığı? Yaşadığı sorunları nasıl yazıya döktüğü gibi. Hayalimde, çocukluğundan beri yazıyla haşır neşir olan biri canlanmıştı. Ama bunu bulamadım. Salt çocukluğunu anlatmış. Yani okumasaydım da bir şey kaybetmezdim.
kitap önerisi

                                                                 * YENİDEN YAZ*
                                   GABRİEL GARCİA MARQUEZ- YÜZYILLIK YALNIZLIK
     Bunu görenler, “Hadi canım sende” diyebilirler. Zevkler ve renkler tartışılmaz. Beklentimin karşılığını alamadığım bir kitaptı, Yüzyıllık Yalnızlık. Gerçeklikle, fantastik kurgu çok içe geçmiş. Bu biraz bocalatıyor insanı. Bir süre gerçeklikle devam ederken, bir de bakıyorsun, fantastik kurgu çıkıyor tekrar karşına. Bu sefer de bir süre fantastik kurgu ile devam ediyorsun ve diyorsun ki, “Tamam. Bundan sonra böyle devam eder”. Ama etmiyor. Sonra yine gerçek hayata dönüyor. Bana çoğu yerde anlamsız geldi. Kültürel uzaklığın da payı olabilir, bazı olayları anlamsız bulmamda. Kitap, ya tamamen fantastik kurgu üzerine ele alınmalı ya da gerçeklikle baştan sona bezenmeli. Bu şekilde bir düzenleme olabilir.
                                                                * TEKRAR OKU*
                                          AHMET ÜMİT- ELVEDA GÜZEL VATANIM 
     Tekrar oku bölümüne birden fazla kitap yazabilirim. Ama ben, en son okuduğum ve tekrar okunması gerektiğini düşündüğüm Elveda Güzel Vatanım’ı yazmayı uygun gördüm. Roman baştan sona istediğim gibiydi. İçinde aşk vardı. İçinde İttihat ve Terakki vardı. İçinde arkadaşlık vardı. Kısacası benim aradığım şeyler, tam da benim istediğim tarzda anlatılmıştı. Tekrar tekrar okunmayı hak eden bir kitap. Beni yakalayan bir diğer yanı da: Romanın kahramanı Şehsuvar Sami’nin kalbinin yazarlık için atması. Bir blog yazarı olarak beni burdan yakalaması çok normal olsa gerek. Bu nedenle sizleri de yakalayacağını düşünüyorum. Kimse mimlenmeyi beklemesin. İsteyen herkes üzerine alsın ve yazsın :))

Foto kaynak: Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

6 Mayıs 2016 Cuma

Kendimi bir anda Robinson Cruose'da sandım...

     Hayatın akışı içinde, yaşadığınız bazı anları, okuduğunuz kitaplardaki sahnelere benzetiyor musunuz? Bu biraz, romanların dejavusu gibi oluyor. Geçen gün yolda yürüyorum. Bir anda arkamdan, kurda benzer iki köpeğin geldiğini gördüm. Aklıma bir anda, Robinson Crusoe geldi. Sanki o romanın içindeydim ve etrafım kurtlarla çevriliydi. Kitabı okuyanlar bilecektir. Yolculuk sırasında bir ormandan geçerler. Her taraf kardan bembeyazdır. Ve aç kurtlar, sürüler halinde dolaşır. Sürüler halindeki bu kurtlar, Robinson Crusoe ve diğer yolcuların seyahat ettikleri atlı arabanın etrafını sararlar. Kurtlara yem olmamak için, yüz veya yüzden fazla kurtla, tabiri caizse savaşırlar. İşte kendimi tam da bu sahnenin ortasında hissettim bir anda.
okumanın faydaları

                                         ROMANLAR ADAB-I MUAŞERET ÖĞRETİR Mİ?
     Yaşadığım bu duygu, büyük bir zevk verdi bana. Hani bazı yazarlar, yaşadıkları her olaya bir roman gibi bakarlarmış ya. Kendimi bir an, o yazarlar gibi hissettim. Aldığım zevkin nedeni de buydu. Bu olaydan sonra düşündüm de. Kitaplarda okuduğumuz olaylar, gerçek hayatta bizlere yol gösterici oluyor. Yeri geliyor, daha önce hiç girmediğiniz bir ortamda nasıl davranmanız gerektiğini, bir romandan öğrenebiliyorsunuz. Ve gün gelip öyle bir mekana girdiğinizde, romanda okuduklarınızı uyguluyorsunuz. Bir nevi adab-ı muaşeret kurallarını da öğreniyorsunuz. Bu sadece bir örnek. Adab-ı muaşeret kurallarının dışında, daha hayatın bir çok yönüne de rehberlik edebiliyor, okuduğumuz romanlar. Buradan baktığımızda, romanların büyük katkıları olduğunu görüyoruz.
                                                            ROMANIN FAYDALARI
     Toparlamak gerekirse. Romanlar hakkında iki şey söyledik. Romanlardaki sahneleri gerçek hayatta yaşayabildiğimizden bahsettik, bir. Bir de okuduğumuz romanların, hayatta bize yol gösterici olduğundan, hatta adab-ı muaşereti bile öğreteceğini, bir örnekle açıkladık bu da, iki. Romanın faydaları ne diye soran bir kişiye, rahatlıkla bu cevapları verebiliriz. Tabi biz burada, sadece ikisini ön plana çıkardık. Peki sizler, bu yazıda ortaya koyduğumuz bu iki özellik için ne dersiniz? Aranızda benim gibi, günlük hayatında sanki kendini romanda hissetmiş gibi olan var mı? Varsa onları da duymak isteriz. Hangi roman ve hangi sahneydi? Bir de ikinci özellik, adab-ı muaşeret. Sizin bu konudaki görüşleriniz nelerdir? Sizce gerçekten bir romandan, adab-ı muaşeret öğrenilebilir mi? Yorumlarınızla bu yazı, daha zengin bir içerik haline gelebilir. Yorum yapmak isteyenleri, aşağıdaki yorum bölümüne alalım J

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

5 Mayıs 2016 Perşembe

Ümit Yaşar Oğuzcan şiirleri ayrılık acısı çekenlere birebir...

     Askerdeyken çarşıya çıktığımızda, kitapçılara da uğrardık. Bazı arkadaşlarım kitap alırdı. Ben çoğunlukla bakardım. Kitaplara bakmayı seviyorum. Tek tek kitapları incelerim. Kitaplarla dolu bir ortamda olmak, huzur verir bana. Arkadaşlarımın aldığı kitapları okurdum. Ama canım, şiir okumak istiyordu. Özellikle de aşk şiirleri. Askere gelmeden önce, sevgilimden ayrılmıştım. Ayrılık acım depreşmişti yani. Bu ayrılık acısını, kendi yazdığım şiirlerle ifade ediyordum ama. Hiçbiri, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın yerini tutar mıydı? Ben onun aşkı anlatışına hayranım. Sonunda, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın, bir kitabını almaya karar verdim. Onun şiirleriyle aşk acımı yaşayacaktım. Ben askerliğimi, Gelibolu’da yaptım. Gelibolu’nun, ufacık bir çarşısı vardı. O çarşısında da, iki tane kitapçı.
Ümit Yaşar Oğuzcan

                                                  ALACAĞIM KİTAP, KİTAPÇIDA YOKTU
     Çarşının tam içindeki kitapçı, moderndi. Nasıl yani? Yani gazeteden dergisine, son çıkan kitaplardan klasiklere kadar her şey vardı. Bir de çarşının çıkışına doğru, ufak bir kitapçı dükkanı vardı. Burada sadece kitaplar vardı. Öyle mizah dergileri, gazeteler falan yoktu. Nedense- nedenini şimdi hatırlamıyorum- çarşının içindeki o modern kitapçıdan değil de, çarşının sonundaki kitapçıdan aldım şiir kitabını. “Aldım” dediysem de, hemen almadım. Gittim. Kitaplara baktım. Ümit Yaşar Oğuzcan yok. Zaten küçücük bir kitapçı. Fazla zamanımı almadı bakmak. Kitapçının sahibi kadına sordum. “Bir de yukarı bakın” dedi. Meğersem yukarısı da varmış. Daracık bir merdivenden yukarı çıktım. Yukarıdaki oda da daracıktı. Zaten şiir bölümü olarak bir raf vardı.
                                                              SİPARİŞ ETTİK KİTABI
     Hemen bir göz gezdirdim. Ümit Yaşar Oğuzcan yok. Tekrar gittim kadının yanına. “Aradığım kitabı bulamadım” dedim. “İsterseniz sipariş edebiliriz” dedi. Ve hemen bilgisayardan Ümit Yaşar Oğuzcan kitaplarına baktı. İki cilt kitabı vardı. Tüm şiirlerinin toplandığı iki cilt kitabı. Kitabın adı, Şiir Denizi olarak geçiyordu. Şiir Denizi-1 ve Şiir Denizi-2 olarak, iki cilde ayrılmıştı. Fiyatını sordum. “25 lira” dedi. “Ne zaman gelir? Ben askerim. Ancak hafta sonu çarşı izninde alabilirim” dedim. “O zaman gelecek hafta çarşı izninde kitabınızı alabilirsiniz” dedi. “Tamam” dedim. Bir sevinçle çıktım kitapçıdan. Öbür hafta bir baktım ki. Meğer kitap, çarşı içindeki kitapçıda varmış. Bir hafta boşuna beklemişim kitabımı.
                                                    TEKRAR TEKRAR OKUDUM ŞİİRLERİ
     Kitabı almaktaki diğer bir amacım da: İlk sayfasına tarih ve Gelibolu ismini yazmaktı. Askerlikten bir hatıram kalsın diye. Öyle de oldu. Kitap hala elimde. Şafak 53 iken imzalamışım kitabımı. İçinde, daha önceden Ümit Yaşar Oğuzcan’ın okuduğum ve çok sevdiğim şiirleri de vardı. İlk defa okuduğum şiirleri de. Sevdiğim şiirlerinin bir kısmı ise, diğer ciltteydi. Sonradan kitapçıya gidince, ikinci cildi kontrol ettiğimde gördüm. Ama sevdiğim şiirlerin bir çoğu, ilk ciltteydi. Kitaptaki şiirleri çok okudum. Benim duygularıma tercüman oldular. “İyi ki almışım” dedim. O şiirleri tekrar tekrar okurken. Bizim yemekhaneci vardı Osman. O istedi kitabı. Onun da sevdiği varmış. Beğendiği şiirleri defterine yazdı. Bir de aynı koğuştan Orhan vardı. O da istedi. Onun da bir sevdiği varmış. O sevdiğine özel bir defter yapmış. Askerden sonra ona vermek için. Beğendiği şiirleri özel defterine yazdı o da. İşte şiir kitabımla böyle bir hikayem var benim. Sizin sevdiğiniz şiir kitapları hangileridir? Sizin böyle kitap hikayeleriniz var mı?

Foto kaynak:Pixabay.com

Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

     

4 Mayıs 2016 Çarşamba

Kafka'nın bilinmeyen yanları...

     Kafka hakkında bilinmedik şeyleri paylaşmak isterim sizlerle. Kafka’nın, babası ile arası pek iyi değilmiş. Daha önce bu konuyu ele almıştım. Oğuz Atay’ın, babasıyla olan ilişkisini anlatmıştım. Yazarlar neden böyle? Neden çoğu yazar, babasıyla bir türlü anlaşamamış? Yazarlığın verdiği ruh halinden kaynaklanan bir durum mu? “Herhalde diyorum. Yazar babaları, çocuklarının ince ruhlarını anlayamamışlar. Ona göre davranamamışlar”. Gerçi her çocuk ince ruhludur. Her çocuk birer çiçektir. Bu bilinip, öyle davranılmalı çocuklara. Ama tabi, ilerleyen yaşlarda ince ruhlu çocuklar, daha çok belli ediyorlar kendilerini. İşte bu tür çocukların, yanında olmaları gerekir anne-babaların. Başka bir açıdan bakarsak da. Çocukluklarında, böyle olumsuz bir çocukluk geçirmeselerdi, yine de böyle üretebilirler miydi?
Kafka

                                                          ZAPZAYIF KAFKA
     Kafka, bir de çok zayıfmış. Bulunduğu çevrede, kendisinden daha zayıf bir kimse yokmuş. Sizce de bu durum normal değil mi? Böyle derinden derine düşünen bir adamın zayıf olması. Kafka, gece uykusu uyumuyor. En önemli gıdalardan olan gece uykusunu almayınca, bunun da bir bedeli olacaktır tabi. Gece uykusu alamamanın da, bir etkisi olabilir diye düşünüyorum, zayıflığı için. Kafka’yı anlatırken, daha önce yazmıştım. O yazıyı okumayanlar için, ufak bir bilgi vereyim burda. Kafka, gündüzleri yazmayı sevmezmiş. Sesten nefret eden bir yapısı da var. O nedenle, geceleri, sabahlara kadar kalemi elinden düşmezmiş. E düşünün artık. Biz bile, gece uykumuzu alamayınca, gündüz ruh gibi oluyoruz.
                        KAFKA’NIN VASİYETİNİ YERİNE GETİRMEYEN ARKADAŞI
     Kafka, hiç mi hiç uyumuyor geceleri. Elbette bu durumun vücuda olumsuz etkileri olacaktır. Kafka, gerçekten enteresan bir kişilik. Her bakımdan. Neden böyle dedim şimdi? Biliyor musunuz ki? Aslında bugün, Kafka diye birinden haberimiz olmayabilirdi. Kafka diye bir yazar olmayabilirdi tarihte. Oda, bilinmedik, sıradan insanlardan biri olabilirdi. İşte böyle olmamasının nedeni, arkadaşı. Kafka öleceği zaman arkadaşı Max Brod’a, “Kitaplarımı yayınlama” diye vasiyet etmiş. Niye böyle bir vasiyette bulunmuş? Kimse tarafından okunmayacaksa, niye yazdı kitaplarını? Dedim ya, enteresan bir kişilik diye. Enteresan bir kişilik tanımlamasını, onu alaya almak için söylemiyorum elbette. Bizden farklı yanını ortaya koymak için söylüyorum. Arkadaşı onu dinlememiş ve kitapları yayınlamış. Bu sayede Kafka olmuş işte. Siz ne dersiniz peki bu konuda?

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

3 Mayıs 2016 Salı

Baştan savma kitap yazmak...

     Bazı kitaplar vardır. Yazarın, gazetelerde ya da dergilerde yazdığı yazıların toplandığı kitaplar. Ben bunlara kitap olarak bakamıyorum. Nasıl kitap olarak bakayım ki? Çünkü ortaya yeni bir şey koymuyor. Daha önceki yazıları toplamışlar, kitap yapmışlar. Sanki kitap yapmak için yapmışlar gibi. Eski yazıların toplamından bence kitap olmaz. Tamam, makalelerden oluşan bir kitap çıkartabilirsiniz. Ama o makalelerin, daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış olması gerekir. Gerekirse, sadece o kitaba özel makaleler yazılmalıdır. Yeni bir şeyler ortaya koymuş olursunuz. Ben kitaplarda devamlı yenilik bekliyorum. Yeni düşünceler, yeni anlayışlar. Kütüphaneye gittiğimde de, kitapların arkasına bakarım. “Eski yazılarından derlenmiştir” ifadesi gördüğüm anda, bir soğuma gelir bana.

                                               KİTAP ÇIKARMADA KOLAYCILIK
     Kitabı aldığım gibi yerine bırakırım. “Kitap çıkarmada kolaycılık nedir?” diye sorsanız. Bu tür kitapları örnek gösteririm size. Baştan savma geliyor bu tür kitaplar bana. Yahu sadece kitap çıkartmış olmak için kitap çıkartılır mı? Ama çıkartılıyor işte. Bu tür kitaplar beni rahatsız ediyor. Bu rahatsızlığımı yazarak, sizlerle paylaşmak istedim. Ben, her yazarın ortaya koyduğu yeni eserde bir orjinallik arıyorum. Biliyorsunuz bizim ülkemizi. Bir şey çok popüler oldu mu, çok tuttu mu, hemen onun gibi binlerce kopyası türer ortalığa. Bu her şeyde olduğu gibi, kitap dünyasında da böyle. Bir tür tuttuğu zaman, hemen o türde kitaplar istila ediyor kitapçıları. Bence hepsi boş kitap. Hatta ve hatta çöp kitap.
                                       ESKİ YAZILARDAN DERLEMEYE KARŞIYIM
     Neden bu kadar çok detaya girdim? Bu konudaki hassasiyetimi tam olarak anlatabilmek için. Bu nedenledir ki,  önüme gelen her kitabı okumam. İçerik önemlidir benim için. Derleme ifadesini gördüm mü, tüylerim diken diken olur. Bir yazar, her zaman yenilik peşinde koşmalıdır. Yayıncı gelip, “Ya bayadır kitap çıkarmıyorsun. Gazete veya dergi yazılarından bir derleme yapalım. Kitap basalım” dediğinde, önce yazarın kendisi karşı çıkmalı bu duruma. “Ben okurlarıma her zaman yeni düşünceler paylaşmak isterim. Eski yazılarımı tekrar basmaktan imtina ederim” demeli. Bu düşüncedeki bir yazar, devamlı yeni düşünceler peşinde koşar. Yeni hikaye, yeni roman. Çok da ısrar ederse yayıncı. Yeni makaleler kaleme almalı, yeni kitap için. Gerçi her yazarın, kıyıda köşede karaladığı şeyler vardır. İşte onların içinden derleme yapabilir bak. Çünkü onları hiç birimiz bilmiyoruz. Bu konuya katkılarınızı bekliyorum.

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

2 Mayıs 2016 Pazartesi

Jean-Paul Sartre: "Başkalarına anlatmaya değecek hikayen var mı?"

     Biz, yazar olma heveslileri, hangi yazarı görsek hemen soruyu yapıştırıyoruz: “Nasıl yazar olunur? Yazar olmak için ne yapmam gerekir?” falan diye. Aslında habire boşuna soruyoruz bu soruyu. Her şey açık ve net değil mi? Bakmayın, hepimiz biliyoruz aslında bu soruları sorarken. Bir insan, ya yazar olarak doğar ya da doğmaz. Bu sonradan kazanılacak bir yetenek değil. Bu söylediğim liderlikle ilgili söze benzedi. “Lider olunmaz, lider doğulur” derler ya. Aynı bunun gibi işte. Bu sözü, yazarlık için de uyarlayabiliriz aslında. “Yazar olunmaz, yazar doğulur” diyebiliriz. Ama yine de, her şeye rağmen, yazarların bu soruya verdikleri cevaplar, her zaman heyecanlandırır beni.
Jean-Paul Sartre

                                                JEAN-PAUL SARTRE’NİN SORUSU
     Eminim, benim gibi yazar olmak isteyenleri de heyecanlandırıyordur. Yine böyle bir yazarın verdiği cevabı okudum. Bunu sizlerle paylaşmak isterim. Bu yazar, Jean-Paul Sartre. Ona bu soruyu sorduklarında, o da bu soruyu soranlara, başka bir soruyla karşılık veriyor. Ve diyor ki Sartre: “Başkalarına intikal ettirmeye değecek değerde bir şeyin var mı? Hangi gaye uğruna yazıyorsun?”. Bu soruyu okuduğumda çok etkilendim. Yazarlığın mihenk noktası, bence bu. Evet, şimdi bu yazıyı okuyanların, hemen kendisine bu soruyu sorduklarına eminim. Ben de sordum. Anlatacak şeylerim yok. Bir hikaye ya da bir roman yazacak konum yok. Aslında konu çok. Ama bunları bir araya getirip anlatamıyorum. Yani, bir hikaya ya da bir roman yapamıyorum.
                                                          PEKİ SEN YAZAR MISIN?
     Peki ben ne yapıyorum? Sadece olayları yorumluyorum. Herhangi bir olay olabilir bu. Futbol, kültür-sanat, siyaset vs. bu ne kadar yazarlık sayılabilir? Hikaye ya da roman bakımından bakarsak, yazar değilim. Ee, neyim o zaman? “Blog yazarıyım” cevabı verilebilir. Ama yazar denen kişi, bence hikaye ya da roman yazabilmeli. Yeni bir şey ortaya koyabilmeli. Bu konu her zaman çok su kaldıran bir konudur. Her zaman tartışılır. Jean-Paul Sartre, ölçüyü bu şekilde koymuş. Peki sizin bu konuda aklınızdan geçenler nelerdir? Jean-Paul Sartre, bu sorusuyla sizi nerelere sürükledi? Bu soruya cevabınızı verdiniz mi? Ama samimi bir şekilde. Hayalperestliğe kapılmadan. Peki buna göre, yazar mısınız değil misiniz?

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

1 Mayıs 2016 Pazar

Sevdiği kıza yazdığı şiirlerle edebiyata başlamış bir yazar: Charles Dickens

     Her yazarın bir şekilde edebiyata girme, başlama şekli olmuş. Bir yazarın edebiyata girişi ise, sevdiği kadına yazdığı şiirlerle başlamış. Şimdi kadın falan deyince, çok geç yaşlarda sanmayın. Daha bu çocuk çok  genç. Yaşı sadece 18. Aşık olup şiirler yazdığı kız ise, sadece 20 yaşında. Peki kimdi bu yazar? Sizi daha fazla merak ettirmeyelim. Charles Dickens. Eğer insanın kaderinde varsa edebiyat, bir şekilde kaşığında çıkıyor işte.  Hemen kızın adını da söyleyelim: Beadnell. Acaba yıllar sonra, Charles Dickens meşhur olduğunda, böyle bir şeye sebep olduğunu öğrendi mi acaba Beadnell? Ya da kendisine bahsetti mi, “Senin sayende edebiyata başladım” diye?
Charles Dickens

                                                               AHH BEADNELL AHH
     Okuduğum makalede Beadnell’e yazdığı şiirler yoktu. Ama Charles Dickens’ta muhtemelen, “Ahh Beadnell, Ahh Beadnell” diye ahh çekmiştir. Ya da o ahhlara şiirlerinde yer vermiştir. “Ee, sonuç? Kavuşmuşlar mı?” diyenler olabilir. Merak etmeyin, onu da anlatacağım. Aha da başlıyorum anlatmaya, kaldığım yerden. Bizim Charles Dickens, Beadnell’in peşinden koşmuşta koşmuş. İnsan şu çocuğa bir şans verir değil mi? Nerdee! Kalpsiz Beadnell. Tam üç yıl boyunca, “Beadnell, Beadnell” diyerek geceyi gündüz edip koşturmuş. Ama yok. Kabul etmemiş Beadnell. İşte Charles, aşkına kavuşamamış ama. Gerçi kavuşamamış demek de doğru mu, bilemedim. Çünkü tek taraflı bir durum sonuçta. Yani platonik. Beadnell’den elinde kalan, edebiyata başlaması olmuş.
                                             YILLAR SONRA BEADNELL İLE KARŞILAŞMA
     Ama bir dakika. Hikayemiz burda bitmemiş. Devamı da var. Yıllar yıllar sonra Charles Dickens, yeniden Beadnell’i görmek istemiş. İlk göz ağrısı unutulmuyor işte. Kaç yaşına gelirsen de gel. Görmek istediği zaman, Charles Dickens ünlü olmuş artık. Kitapları dünyada okunan bir yazardır artık o. Çevresindekiler- makalede bu ifade geçiyor. Herhalde eşi, dostu, akrabası falandır- “Yapma etme” demişler. Neden böyle demişler diye baktığımızda, karşımıza Beadnell’in eski fiziğinde olmadığı gerçeği çıkıyor. Charles ne bilsin. O illa ki görmek istiyor. Ben olsam, ben de görmek isterdim. Fiziği iyi değilse bile görüp, buna kendim karar vermek isterdim. Beadnell’in evlenip evlenmediğine dair bir bilgi yoktu. Herhalde evli olsa, görüşmek istemezdi Charles. Bakmış ki Charles, söylenenler doğru. Tabi herkese dile getirmemiş bunu. Bir mektupta Beadnell için, “Şişmanlamış” demiş. İşte böyle. Peki siz ne dersiniz? Aşk şiirlerinden bir edebiyatçının doğması hakkında.

Foto kaynak:Pixabay.com


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com